ARA

Ben

Fotoğrafım
Kıyameti koparacaksın önce... Cenneti ondan sonra yaratabilirsin.

27 Şubat 2010 Cumartesi

la finestra di fronte

uzun zamandır bir film hakkında bunu söylememiştim -hatta belki hiç böyle bir şey söylemedim ben- ama: zaman kaybı.
oyunculuk değerlendirmesi yapabileceğiniz herhangi bir sahne yok; hele bir sevişme sahnesi var ki dillere destan, yıldızlar petting dalında altın madalya almalı... homoseksüel dede sarsılmışlığı çok iyi yansıtmış, o kadar.
herhangi bir şeyi, herhangi bir tarzda anlatan, herhangi bir film.
canınız sıkılıyorsa, kulak karıştırmak yerine bu filmi izleyebilirsiniz.

gül.

dikenler içindeki güller, güller içindeki bülbüller, bülbüllerin şakıyışlarında saklanmış aşk masalları ve vesaire ve neyse'lerle donattığım tüm deklarasyonlarımın ötesinde, tüm basmakalıpların gökyüzünü tarumar etmiş bir hâlde, dışımda-içimde-sağımda-solumda, her yerimdesin...

gül.

hiçlik uğruna yokluk ve varlıkla cebelleşiyorum... değer yoksunluğunu ve değer düşürme çabamı bir tarafa çekmişim; öte tarafta nesnel, maddî yoksunluk ve varsıllık tepinip duruyor... hiçliğin karşısına varlığı da yokluğu da koymuş, değer ile maddeyi birbirine kıyasıya çarpıyorum...

ama sen... gül.

gül, çünkü tek bir tebessüm kıvrıntın tüm gediklerimi doldurmaya muktedir... mukadder olduğu iddia edilip duran her şeye binaen...
gül, çünkü gül.

kokun, gölgeme bile sinmişken...
dokunuşun, aklımın tüm dayalı-döşeliliğini yakıp yıkarken...
bakışın, karalamalarımı ölesiye sevmenin caniliğine kiralarken...

gülümsememek olmaz.

gül.
çünkü gül.

üçgen çerçeveye kareler doldurmak budalalıktır... sana senin ötendekileri yuvarlamıyorum, kollarına taşıyamayacağın yükü bırakmıyorum... çünkü somurta somurta düşünerek kendisini evrenin en acı verici boşluklarına bırakması gereken benim, sense çiçekler aça aça gülmelisin...

gül.
hep.

26 Şubat 2010 Cuma

öl ölebildiğin kadar...

yolda, durduk yere, birine ya da birilerine toslarsınız; sinirli bir anınızda hiç tanımadığınız insanlara -yaşlısıyla, genciyle- küfredebilir, hatta fiziksel saldırıda bulunabilirsiniz.

her kıpırtıdan, yabancı herkesten tiksinmenin en kayda değer tarafıysa hiçbir yerde huzur bulamamanın iğneli tabutlarında bir sağa bir sola taşınıp durmak, sarsıldıkça daha çok ölmektir...

bu herkesten nefret etmektir...

öl ölebildiğin kadar, ey şiirlerin düşmanı, düşüncenin en içten feryat figancısı...

kavrulmak...

"hayatın acılarına uğramak" diye tabir etmiş sözlük... böylesi duygusal bir tanım beklemezdim açıkçası, her neyse... kısacası hayatın acılarına uğramaktır...
ve bana gelecek olursak -ki ben geliyorum, her ne kadar kendimden geçip uzaklaşmış olsam da...
uyuştum.
yıllarca sürünerek yaşayacağım. hıh deyip sola kayan tebessümümle azot tuzu fırlatacağım çevremdekilere... biliyorum, hep merak edecekler bu çocuk nedir, neyin nesidir diye... hiçbir şey öğrenemeyecekler bana dair, bir iki tecessüs edip boş verecekler daha sonra... sonra başkaları, sonra başkaları, sonra başkaları... en son ölüm.
gerisini de bilemem gayrı.

karalamalarımla kararttığım dünyamın en verimsiz topraklarından çiçeksiyişler bekledikçe hüsranın en katmerli türlerine kucak açıp kan ve çamurdan müteşekkil denizlerimde kıyısızlıklara doğru kulaç atacağım...

içimde bir şey var, seziyorum... apoptosisler imdadıma yetişemeyecek... o kadar eminim ki acele etmek istiyorum... bu sarsıntılı kafanın içine, alabileceği kadar şeyi alıp, onları, zaten dolup taşmış gönlümün zehriyle birlikte, tüm kainata kusmak istiyorum. yapabileceğim başka bir şey yok; kendi ölüm haberini alan hastanın secdelere kapanıvermesiyle eş değer bir şey bu, sorma gitsin...

ben en kısasından söyleyeyim meramımı: dünyanın ve kendimin ağzımıza tükürüp gideceğim.
idealim budur.

peh.

22 Şubat 2010 Pazartesi

pırasa kokusu...

yanaştı... yüzündeki tüm gülücüklerle... "gülücüklerle", çünkü o bir kez tebessüm ettiğinde dünyadaki, kainattaki tüm gülücükleri toplamış da serpiştiriyormuş gibi olurdu... yarattığı bütün mutluluklarla konardı yanaklarımın başlangıcıyla, dudaklarımın bitiminin kesiştiği yere... ve "git" demedikçe gitmez, yorulmaksızın beklerdi mutluluğumu ve kutsayışlarına karşılık olarak vereceğim şükranın nefesinde barınan zift demetini... çünkü ben... ben başkasını sunamazdım, benim teşekkürüm de karanlıktı, lanetim de... ben fayda yoksunu, sarı benizli, sigarası ağzında, vodkası bağrında ve düşleri ile çocukluğu kendi ayaklarının altında... bohem adam... benim her şeyim ya gölgeler altında eziledurur hâldeydi ya da gölgenin ta kendisi olacak kadar işlemişlerdi karanlığın içine... ve o. o tüm akça pakçalığıyla, tüm meleksiliği ve sarsıldıkça daha da berkinen narinliğiyle gözlerime ışıltıların en müşfik dağıtıcılarını bahşederdi...

kıskanmak hayvanî ve dahi robotik bir şey idi... herhangi bir duygulanımda olduğu gibi, "kıskanırken çıldırmak" hakimdi kranyumdan aorta ve kalp kapakçıklarından ayak tırnaklarına kadar... her zaman yağışlı, en iyi ihtimalle parçalı bulutlu havama, atmosferimi yerle yeksan edercesine değil, onu en içinden kavrayarak kaldırıp canını yaka yaka genişlettikçe -onun, yani dünyamın- özgürlüğe gebe olma ihtimalini artırarak
güneş'i getiriyordu ve getirirken kendisi güneşleşiyordu...

derken...

elinde bir pırasa sapıyla çıkageldi...

"ne güzel kokuyor, değil mi?"

ve evet...

muhteşemdi...

pırasa muhteşem kokar...
amin.

ıslak avurtları vardı onun... ve güneş idi...

yanaklarına dokunurdu gözyaşlarım
ve içerlerdi
hain düşüncelerime güler geçer
sanırdım ama içerleyip içlenirdi
içlenince güneşi arayıp
aradıkça bulamamaktan yoruladurduğunda
ısınmaktan cayar
kollarını boynuma dolayarak
and içerdi...

ellerimi durmaksızın
ve kimseden korkmaksızın
tutacağına...

yanaklarına dokunurdu gözyaşlarım
chopin prelûdları gibi hazin
ve johnson haykırışları gibi titrek, acıklı...

ellerimde nane şekerleriyle beklerdim
avuçlarıma değsin diye
sımsıcak, incelik dolu, narin dudakları
ve inlerdim... yüreğimi çentebildikçe...

delilere anlatılmaktan sıkılmazdı
zira kafaya pek takmazdı onları, olanları...
olup bitenle olamayacaklar arasında
gecenin gündüze olan aşkındaydı...
tan kızıllığındaydı silüeti...

gecenin gündüze olan aşkında
onların kovalamacasında
tan kızıllığındaydı...

birbirine hiç dokunamayanların şiddetli aşklarında...

jj cale


muhteşem blues adamı... sakin tarzı, etkileyici notalamalarıyla insanı kendinden geçirir. bu adamı yere uzanıp dinleyeceksin... ya da şöyle bir göl evi bulup uzatacaksın ayakları rüzgarın diline...

bak hayalini kurarken bile çarpılıyorum... her neyse, iyidir jj cale, hoştur; farklıdır, sakin ve karizmatiktir.

muddy waters...


mississippi bluescularından... hatta böyle demek onu çok sıradan kılabilir... chicago blues'u doğuran adamdır... bu da yeterli sayılmaz ama müzisyenler hakkında çok fazla karalamamak gerektiğine inanıyorum. adını, sanını duyurup birkaç da yorum yazdıktan sonra bırakacaksın.

yoksa efsununu kaçırırsın bu adamların...

ilk elektro gitar zamanında elektro çalan adamlardan biridir aynı zamanda... bunu da söylemem gerekiyordu...


gavur...

kökü, farsça "gabr" ( http://img716.imageshack.us/img716/7138/asdxt.png +) kelimesi olup "mecusi" ya da "zerdüştçü" anlamlarına gelen, fakat zamanla "kafir" ile karıştırılan bir kelime gavur... oysaki hiç alakası yok, görüldüğü üzre... tabii bir de "yaban" ve/veya "yabancı" olanı aşağılama eğilimimiz olduğu için, küfür olarak kullanılması da bayağı yaygın...

21 Şubat 2010 Pazar

deliler ve epilogsuzluklar-40

-likörlü ördek.
-likörlü ördek.
-sustunuz.
-hayırdır?
-gözüme bir şey kaçtı benim, ondan...
-ama gözün yok ki senin?
-olsun, gözüme kaçtı yine de.
-gözün mü olsun istiyorsun?
-hayır, bir şeyin gözüme kaçabilmesini...
-niçin?
-çok fazlası değil istediğim, sadece gözüme bir şey kaçsın; kâfi...
-saçmalıyorsun.
-efendim?
-saçmalıyorsun diyorum.
-ha, anladım tamam; affedersin, kulaklarım biraz zayıftır da...
-ama senin...
-tamam tamam, pekala, biliyorum...
-peki neden?
-çünkü, istiyorum.
-imkansızı mı?
-hayır imkanlıyı...
-ama bunlar imkansız şeyler.
-neyler?
-istediklerin...
-ne istediğimi nereden biliyorsun.
-söylüyorsun zira...
-nasıl inanabiliyorsun...
-neden inanmayayım?
-yanlış soru...
-neden?
-çünkü inanmanın "neden"i yoktur, inanmanın "niçin"i vardır.
-peki o zaman niçin inanmayayım?
-çünkü bir amacın yok. niçin'i sorguluyorsan bir amaçtan da bahsetmek zorundasın...
-bezen seninle uğraşmanın zordan ötede... imkansız olduğunu düşünüyorum.
-o zaman niçin uğraşıyorsun?
-sence uğraşıyor muyum?
-deniyorsun.
-sence deniyor muyum?
-uğraşmak için denemeye çalışmaya çalışıyorsun... ya da o türden gıcık bir şey işte...
-olacak.
-ne?
-korktuğun her şey gerçekleşecek...
-kahin mi oldun şimdi de!
-korktuğun her şey gerçekleşecek!
-benim korktuğum bir şey yok ki...
-var ve onlar gerçekleşecek...
-bastırdığım, sakladığım, kendi gözümden kaçsın diye uğraştığım şeyler var; evet, ama bunlardan korkmuyorum dostum.
-hayat ne güzel değil mi? ezikler, büzükler, aptal ve saptallar...
-ben daha ziyade insanlara gülmeyi seviyorum.
-ama sen insanlara gülmezsin ki?
-ama seviyorum.
-aynı mesele... tamam her neyse.
-saksağanlı çorba.
-saksağanlı çorba...

17 Şubat 2010 Çarşamba

delinin dedikleri-15

bazen...

dünyayla ilişiğin kesildiği an, gerçekten lazımdır...

gitmiş... gözlerin feri uçup giden mutlulukla oynaşıyor... gitmiş... takat, aşkın genzi yaka yaka çektirdiği boğulma acısıyla haşır neşir olmuşluğu yakalamakla düştüğü kötü arkadaş seçiminden ötürü yakmış başını ve güç kalmamış ki güç yettiresin güçsüzlüğüne...
söz geçirmen gereken tek kişi sen iken tüm dünyan çepellenivererek kendisini senin elinden kurtarmak istercesine kaçıyor senden ve sen, kendi dünyanın eksenini parmak uçlarına kalkarak, acı içinde yakalamak istiyorsun... derken... "ı ıh, nafile!"ler sarıp sarmalıyor zihninin her bir köşesini... hem de bucağına kadar kıskıvrak yakalayarak...

ve durduk yere intihar ediyor, aşkı sağından, solundan, dört bir yanından, elli bin yerinden bıçaklıyorsun... niye?
ve biri giriyor araya, duygusal derişmelerin ortaya çıkar çıkmaz sahneye fırlayan bir hayta, doğru söyleyen biri deli... ya da sen ne ad takarsan tak ona... işte o...

- kimse durduk yere intihar etmez! intiharın olduğu yerde cinnet vardır, müntehir canidir... her zaman.

hafifçe kafa sallayıp geçiyor, geçiştiriyor, devrik cümleler ve kaotik düşünüşlerinin içinde sere serpe uzanmış - yığılıp kalmış demek daha doğru olur - benliğini, avurtlarını yaka yaka inen gözyaşlarının sürümden kazanmacılığını yererek, seyre dalıyorsun... orada yığılı hâlde kalakalmışlığını izlemek tecavüze uğramak gibidir... kendi idamını uzaklardan, acı içinde, anın progresif tavrının bile farkında olmaksızın ve dünyanın tüm ıstırabını avuç içlerine sıkıştırıp göğsüne bastırarak orada tuttukça hem acıdan kıvranan hem de "ötekileri" kurtarmaktan ötürü duyulan esenliğin zevkine varan birinin yakan-soğukluğu ile izleyen biri olmak gibidir - ve dahi "işte bu" olmaktır...

- ben olsam açtığım yaraya işerdim... hem zalimce, hem de yaptıklarından daha kötü olduğu için vicdanı sındırmaya çalışanları, onların varlıklarını örterek, töskürtmene yardım eder.

ama varoluşunu, yani etkisini, evrenle yaptığı alışverişi engellemez... her neyse, konumuz o değil zaten, bırak da devam edeyim...

- konumuz ne?

sus.

kendi idamını izlemek... hem de nâfiz'in ta kendisi sensin... infazın monopolü sende... her şey sensin... asan, astıran, asılan, asılana acıyan, acıyanı asan, asanı kesen vesaire... tüm paradoks ve antinomilerinle... sen, `sensin!`

- niye gittin?

neyden, nereden, kimden?

- kendinden.

sus.

- kaçmayı yerden yere vuran sen, kaçıyor musun?

sus. evet, kaçıyordum. sen söylemiyor musun kendimden kaçtığımı?

- kendinden gittiğini söylüyorum, kendinden hiç kaçmadın, kaçmıyorsun, kaçmazsın... sen, benden kaçıyorsun.

sen?

- senin tutsaklığın.

sus o zaman, hürriyetimle sevişeceğim biraz... izin ver.

...

aslında gündüzleri de severdim, hatta belki geceleri sevdiğimden de çok; lâkin bir şeyler, ufak tefek şeyler hem de, hail oluyordu... meleği şeytandan daha yeğ görmeme de, gündüzü tercih etmeme de, somurtmayı güleçliğe tercih etmememe de... hail oluyordu...

her bir düşüncem `hış'a` idi...
beni gebertip kendilerini kurtarıyorlardı...
biri demişti... 'biri' dememe bakılmaya, 'biri' olmanın da ötesinde idi:

- sen kaybedeceksin.

kaybı bile kaybettikten sonra neyi kaybedebilirdim oysa?

beylik laflar ve tantana...

hayat da bundan ibaret.

inanmadın mı?
öyle düşünmüyor musun?
çok daha ötesinin olduğunu mu düşünüyorsun?

iyi ediyorsun.
ben de...

13 Şubat 2010 Cumartesi

deliler ve epilogsuzluklar-39

- gelmedik mi daha?
- hayır, biraz daha var.
- peki ya mandalina?
- ne münasebet?
- bence siyah daha bi' yakıştı.
- hı?
- diyeceğim o ki...
- ne?
- o işte?
- deli!
- hadi oradan...
- ne biliyor musun?
- ne?
- tamamı soğuyuştur...
- hayatın mı?
- evet...

9 Şubat 2010 Salı

soğuyuş üstüne

insanlar gözlerime hınçla bakıyorlar, çoğu zaman... ya da ben düşman-sever'im, öyle hissetmeye mecbur olduğum için öyle hissediyorum. önemli olan da budur zaten... bana kendimi kötü hissettirdikten sonra gelsin tanrı katından melaikeyi avradım eylesin isterse... çok da umrumda! kimse gelip de bana ne kıyak adam olduğumu söyleyerek kolunu omzuma mıhlarcasına ve hiç imtina etmeden bırakıp gidemedi, gidemeyecek. bunun neresi kötü? eli omzumda fakat kendisi benden yedi yüz deniz mili ötede olan bir adamı ben neyleyim?.. sen neylersen eyle, ona da karışmam hani, o derecede de saygılıyım-dır.(bu -dır'a da hastayım`dır`... [hastayım'a da hastayım...])

insan en sevmediği, en tiksindiği, en uzak olduğu özellik ve tarzların mümessillerine imreniyor bazen; içinde hiç şeytani bir öğe bulundurmayan, dupduru, sevecen bir espri öbeğini, yumuşacık edasıyla servis ettikten sonra omzuna raptiyelenmiş kolların en seçkinlerini toplayıp gırla kalp deseni imal eden tatlı adamlar ne denli ütopik gelmiştir, zaman zaman, bu huysuza...

-----
lâkin yevm-i nevm idi ve bu serkeş, el-ense'ye nefesini peşkeş çekmekteydi...
-----

daimi bir huzursuzluk içinde yaşamak kolay değildir, zaten böyle yaşamaya çalışmış olanlar ya delirmiştir ya da müntehirdir; ama hafızanızı doğumunuza en yakın ana kadar esnetip yaşamınızı kolaçan ettiğinizde "huzuru kaçmışlığın" ya da "huzuru hiç bulamamışlığın" nefesini ensenize ilişik hâlde görüp durmayı öteleyemiyorsanız, yaşama şansınız, kanıksamışlığınızın sponsorluğundan ötürü, daha yüksektir ve zaten düşüncenin yapıtaşı düşünme edimi değil huzursuz olma hâlidir; fakat konumuz bu değil, o sebeple bu bahsi burada gırtlaklıyorum.

arkadaşsızlık, rağbet görmeyen sporlara rağbet göstermedeki ısrarcılık, çevrendeki hiç kimsenin dinlemediği şeyleri dinledikçe ölürcesine zevk alma durumu, tek başına çıkılan gezintiler, soyut zekânın sosyal zekâ üstündeki kolonist tutumu ve sair tuhaflıklar yalnızlığı "bi' bok" sanan insanların egolarının ağzına kaşık kaşık lokma tepebilmek için başvurdukları ilk kaynaklardandır...

ama işin ve işlerin aslı daima farklıdır...

-----
notalar hiçbir şey söylemiyor, onlar bu kadar küçültülmemeli; notalar, sanılanın aksine, söylenmiş ya da söylenebilecek olanları gizliyor; yoksa bu kadar saygı değer olamazlardı...
-----

yaşamak, egzistansiyalistçe bakınca, "her şey" idi ama kişinin kendi kişiliğine verdiği değeri göz ardı etmeksizin baktığımızda "hiçbir şey" bile olabilirdi... o yüzden "ehemmiyet arz etmiyordu talep etmediklerim"...
ve talibi olmadıklarım yüzünden de pek hırpalanmışlığım yoktur dersem yalan söylemiş olmamaktan uzaklaşmamış olmamış olurum...
tamam, konu bu değil.

marcel proust kurmaya çekindiğim dünyanın kurulabilirliğini, gözü bir kenara bırakalım zihnime soka soka, gösteriyordu ve blues stresi hem emmekte, hem de yaratmaktaydı. kant helezonik bir hipnozla bütün hipnozları altüst edebilmeye mukadderdi ama cesareti yoktu -veya sürer durum ile arayı bozmak niyetinde değildi, nietzsche verdiği tüm güveni çekip alıvererek muazzam bir boşluk hissi oluşturuyordu ve sartre, gerçekten bulandırmaktaydı... saussere...

-----
nearly all institutions, it might be said, are based on signs, but these signs do not directly evoke things.
-----

problem de buradaydı zaten...
gösteren ile gösterilenin (gösterge) bir imleme'ye ve anlama sahip olması lâkin göndergedeki tatmin etme problemi...
sözün kısası, şöyle anlatılmalı:
yağmur yağar, yağmurlu ya da sonbahar temalı bir film açıp sigaranızı-kahvenizi elinize alırsınız, eviniz orta düzey bir intizama iye ya da hiç olmadı gebedir ve azot tuzunun çözünüp karıştığı nefesini hafifçe açtığı dudaklarından yüzünüze serpen pencerenizin de keyfi yerindedir... siz dünyadan kopmuşken kapı çalar ve laubali bir arkadaşınız, dünyanın tüm gerçekliğini odalarınıza doldura doldura içeri girip -örneğin- açtığınız filmin bir hasılatı, oynayanların bir ücreti ve filmin bir "kamera arkası alemi" olduğunu acımasızca anımsatınca maddeye kendinizce yüklediğiniz tüm mânâlar bütünü çöküverir...

bitti.
hiç.
hiç oldu her şey.
keşke yok olsaydı değil mi?
çünkü...
yokluk ve hiçlik birbirlerinden ayrı şeyler... biri bir varoluşun herhangi bir etki gösteremeyecek hâle gelmiş olmasıyken (yokluk) öteki var olan bir şeyin değer yoksunluğudur.
değer verdiklerim, değer yoksunu olacaklarına yok olmalılar.

ve öldürmek lazımdı... soruları... yoksa yanıtlar hiçbir zaman göstermeyeceklerdi kendilerini...
ve ölmek lazımdı, kısım kısım... sorulardan müteşekkilsen tavsayıp duran bir intihar süreci yaratmak için uğraşacaksın, başka çaren yok...
demiştim, yine demeliyim:

`hadi ölelim`...

"yok, olmaz" diyorsan ve "ben onlardanım!" derken...
carpe diemcigiller'i anıştırıyorsan...
sen bile bunu yapacaksın!
hatta asıl sen bunu yapacaksın!

yani?
yani?
yani?

sus tamam.

`ölmeyi bileceksin`.

ancak, yaşamayı bilmekten çok daha çetin bir iştir.
bil.

soğukluk mu?

hâlâ sorar mısın?

-----
ve ellerinizde saklıyordum ışığı ben,
gökyüzü yeterince karardığında...
maskelerinizi indirip ellerinize umudu bırakıvermiştim.
sessiz sessiz...
ölümü koklamışçasına ürpermiş, irkilmiş bir hâl ile...
sonra gölge'nin, ışığa olan aşkını buldum.
bir kedi miyavlamasında...
ben...
artık ışık olmadan var olamıyordum...
ve.
siz.
saire idiniz...
-----

hâlâ sorar mısın?

7 Şubat 2010 Pazar

delinin dedikleri-14

devics çalıyor... jj cele makamı ona bırakırken paco de lucia karanlığın içine koşuyor... ama narin bir şarkı çalıyor... hem de birdback. süzülüp geliyorlar...
fakat neden?
ya da niçin?
kanatlanmışlar...
ve biraz zayıflamışlar sanki...
tüyleşecek kadar...

mizar... dedi:

- ve ellerinizde saklıyordum ışığı ben,
gökyüzü yeterince karardığında...
maskelerinizi indirip ellerinize umudu bırakıvermiştim.
sessiz sessiz...
ölümü koklamışçasına ürpermiş, irkilmiş bir hâl ile...
sonra gölge'nin, ışığa olan aşkını buldum.
bir kedi miyavlamasında...
ben...
artık ışık olmadan var olamıyordum...
ve.
siz.
saire idiniz...


yüzü asıldı tüm gotik mimarinin; "beş şartlı", tüm yırtıcılığıyla törpülemişti en "sivrileri".
ölmeye durmuştu çocuk ve meyve veremezliğinin suçunu dünyanın dibinden bakla bakla çıkarmak istercesine sarıldı kılıca, topa, tüfeğe; lâkin göndönümü aralığı da sevmiyormuş haziranı da, bunu öğretti deliler...

ama kastamonu, amasya, sinop falan; yani o civarlar, "gün dolundu" derlermiş ya... işte o bile doyururdu karınlarını.
anlaşılmazlaştırılmışlığa tâbi kılınmıştı belki ve kılınıp duruyodu cenaze namazı... istememesine rağmen.

dilemma müptelası:

- neyi? cenazeyi mi, namazı mı, tutsaklığını mı, yoksa beni mi?


"hiçbir şeyi" idi yanıtı... fakat aslında, duyulmadı, o yüzden bilinmedi yanıt, tutmadı da zaten yıkık evinin tarumar olmuş köşelerine döktüğü yılgınlık boyası...

dilemma müptelası... dedi:

- sen aslında hiç büyümedin, büyüyemedin çünkü... doğuştan yaşlı olanların makus talihi budur.


ve her şey o denli acı veriyordu ki her şey -kirli, pasaklı, çepelli elleriyle- yüksek doz haz temin ediyordu ona... fakat, evet bildin azizim, bu... suçtu.

onların tiksindiğinden zevk alıyor olmak, onların yiyemediği her haltı yiyebilmek demektir ve kendi isteklerini "isteksizlik" yanılsamalarıyla örtmeye çalışırken saklayamadılar benliklerini gerçekten doyuranların ne olduğunu...
tükürmeye başladılar...

mizar dedi:

- her yerimden kan geliyordu... yemin ederim.(niçin?) her neyse, sanki parçalanmamıştı bedenim. sanki kan deryalarında yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş ve en sonunda kıyıya vurmuştum...


ve o, her zaman dediğini dedi -tutamadı kendisini:

- niçin'i anlarım da 'neden'?..

3 Şubat 2010 Çarşamba

Paco De Lucia


Cepa Andaluza'yı dinlerken kendimden geçtiğimi fark etmenin üstümde bıraktığı huzursuzluğu -yani varoluşumun kaçınılmaz dürtüsünü (halbuki bu bir dürtü değil, bir güdüdür ama öylesine içten ve kalpten gelirmişçesine ortaya çıkar ki onu akla bağlayamazsınız...)- duyar duymaz kendimi yazmak zorunda hissederek bu dâhiyane adamın en azından adını bir yerlere karalamış olmak istedim...

Paco De Lucia...
Flamenko onun içinde değil, o flamenkonun her yerinde...


1 Şubat 2010 Pazartesi

müzik




Moûsa... mitolojide ilham perileri... ingilizce'de "muse", `ilham perisi´ anlamının yanı sıra `bir şey üstüne düşünmek´, `derinlemesine düşünmek´ gibi edimleri imliyor...müzik'in derinliği her yerden gözükür kısacası...
neyse...
Hakkında en fazla söz sarf edeceğim fenomenlerden biri belki ama müziğin kişisel yansımaları da vardır benim için, şimdilik bunu söylemekle yetiniyorum.


Belleruche

soul, swing, nu-jazz... artık ne demek gerekir tarzına bilemiyorum ama çok "jazzy" bir grup olduğu gayet aşikâr... belleruche, dinlenmeli... içercesine...

Esthero

soul'e yakın indie tarzı müzik icra eden insan; bu kadından bi' winehouse, bi' belleruche, bi' devics çıkartıyorum dinlerken... sanırım biraz daha dinlemem lazım yerinin belirginleşmesi için.

Devics

"meraklısına", indie gruplardan biri; ama "gruplardan biri" demek için fazla özgün -özgünlüğü de bir kenara bırakabiliriz, "fazla derin" birileri bunlar.

Balkan Blues


balkan gettolarından kopup gelen ezgilerin derlenip toplandığı muhteşem albüm bu... işin blues tarafı ise manidar... "yakarıyor, halkın bağrından yakarışlar fışkırtıyoruz" demiş oluyorlar, bence...

şarkı listesi şöyle:

1. kısım:

1. la livezile lui ion - achim nica
2. sambra oilor din maramures - dumitru farcas
3. hora - ion petre stoican
4. breaza de la hulubesti - vasile pandelescu
5. geamparalele lui haidim - toni iordache
6. mikro kopelidaki mou - psarantonis & ensemble
7. afou 'heis allon sti kardia - ross daly & labyrinth
8. mana - loudovikos
9. tesko oro - ensemble rakija
10. chelipe - aleksandra sisic
11. aven romalen, aven cavalen - vladimir kandic
12. edinaesetorca - kocani orkestar
13. balkan blues - ferus mustafov & milan safkov
14. cherenije - esma redzepova
15. asene, sinko - mladen kojnarov
16. bavna melodija i racenica - dimitar petrova
17. stujan otgore varvese - komna stojanova
18. thelleze qe shkel mbi vese - ensemble tirana

2. kısım:

1. i agapi traudiete panta - loudovikos
2. emai orfanos apo paidhi - niki tramba
3. skaros - petro-loukas chalikias & kompania
4. a oilor - luca novac
5. inel, inel de aur - dona dumitru siminica
6. balada haiduceasca - toni iordache
7. cantec de masa - vasile vasilescu
8. hora de la costanta - ion petre stoican
9. usti - olivera katarina
10. oh ljabav - ensemble rakija
11. preserka - blehorkestar bakija bakic from vranje
12. balkan blues part 1 - ferus mustafov & milan safkov
13. wallachian suite - the bulgarioan allstar orchestra
14. radka e flala v gradina - sestri georgievi
15. vito pellumbesha - ensemble tirana
16. besena rovena - rromano dives



tempra

geçen gün aklıma geldi... tempra. enteresan bir otomobildi... doksanlı yılların dikkat çekici tasarım ayrıntı ve farklılıklarına sahip otomobillerinden biridir. farlardan dikiz aynalarına kadar uzanan, hatta uzanıp aynaları bizzat yaratan kaput çizgisine sahip vectra; tuhaf ve etkileyici bir ön tasarıma ve sürme çekilmiş arka stoplara sahip mondeo gibi... şahsen yeni tasarımları iğrenç ve fazlasıyla "aynı" buluyorum; bunlar ve bu türden araçlar elli-altmış yıl sonra kesinlikle klasik olacaklar...

Dil Devrimi Üstüne

diller doğar, gelişir ve değişir. tamam, belki şimdi ben durup dururken "poçmak" diye bi sözcük uydursam/yaratırsam bunun işe yaramazlığı ve saldırıya uğrayabilirliği malumdur lâkin "kullanılabilir", "gramere uygun" ve "yerleşebilir" kelimeler üstünde hunharca hoplayıp zıplamak; bu toyluğu, bu çocukluğu ortaya çıkarmak lüzumsuzdur. hele hele dilbilimcilerin, dille içli dışlı olanların, akademisyenlerin, yaşını başını almış adamların (hoş belki de tek sebebi yaşını başını almışlıklarıdır...), dilden anlayanların yapacağı türden bir iş değildir.

"-sa" ekinin kullanım alanı -eski kullanım alanı- kapsamak eylemini kapsamazdı, evet. ama...

eskiden.

kullanım alanının biraz ötesine çıkılıp bu eke farklı işlevler yüklenmiştir, bir problem yoktur; var mı?

"-v" eki -ig ekinin kıpçak ve çağatay lehçelerinde -a ile biten fiil gövdelerine eklenmiş biçimidir; tamam, pekâlâ; lehçeden bir ek aparılıp birkaç kelimede kullanıdı diye ortalığı yıkmanın alemi var mıdır? var mıdır?..

ya da "-ut" eki fiil eki olmasına rağmen hem fiilden isim/sıfat (anıt, belit, denet), hem addan sıfat/isim (dölüt, karşıt) ve hem de sıfattan sıfat/isim (eşit, soyut) yapmak için kullanılmıştır... tıpkı, yine bu ek gibi fiil eki olan "-ım" ekinin bir ada (bir) eklenip bir ad (birim) oluşturması gibi...
örnekler çoğaltılabilir, eksileri ve artıları telaffuz edilebilir... sözlük onun yeri değil, işin akademik tarafı akademik mercilerde mevcut. fakat şunu söylemek gerekir: bir dilin gürbüzlüğü, gücü, sözvarlığı, bilim dili olması, ilim dili olması, felsefe dili olması, sanat dili olması, cart ve curt dili olması dilin kendisinden ziyade kullanımına ve onun konuşucusuna bağlıdır.

sen kalkıp altı üstü iki bağ fiili aynı cümlede kullanıp düşüncenin daha omurgalı, daha büklümlü ve daha ayrıntılı olmasını sağlayamıyorsan; gördüğün her sözcüğe, okuduğun her tümceye, kulağına çalınan herhangi bir deyişe bilimsel bir bakış yerine yadırgayıcı, yargılayıcı -daha doğrusu doğrudan infaz edici*- bir bakışla yaklaşarak kılıç kalkan çekiyorsan bu ne dilinin eksikliği, ne tdk'nın ya da onun gibi dandik bir kurumun * *saldırısı/eylemsizliği, ne atatürk'ün düşmanlığı, ne divan edebiyatçılarının arap hayranlığı ve ne de başka bir şeyin kötümsenesi bir neticesidir.

dile uygulanıp tutunabilmiş, kökleşebilmiş herhangi bir etki dili zedelemez. zaten, dil, zedelenmez. yaşar ya da ölür. bu da konuşucu niteliğine ve konuşucu niceliğine bağlıdır.

nicelik yönünden sıkıntı çekmediğimiz ve muhtemelen de çekmeyeceğimiz açık: yetmiş milyon, boru mu? pardon... doğru mu? doğru...

nitelik kısmını bilemem.
kucaklamak yeterli.

ve yadırgamamak.

öğrenmek.

o zaman görülecektir ki "yha choq canim sqılyyoou"ların bile bir mühleti vardır; mühlet dolar, onlar gider veya kalır...

şaşırtıcı gelebilir kulağa... ama evet. "veya kalır..."

sanıyor musunuz ki bugün dilimizde olan her şey pek bir orijinaldir ya da pek sağın, pek el değmemiştir... hep dilbilimcilerin, etimologların, filologların katkısıyla oluşmadı ya bu dil?..

bir şeyler var... umut, bolca var... sevmek ve severek yaklaşmak; yargılamaları, yadırgamaları bile soğukkanlılıkla ve düşünüp severek, sevip sakinleşerek yapmak ultra müessir bir çözümdür.

emin oluna.

deliler ve epilogsuzluklar-38

-yorucu...
-hayır, öldürücü.
-niçin?
-çünkü...
-aşk!
-evet.
-evet.
-nereden bildin?
-ölümden...

deliler ve epilogsuzluklar-37

-erbain çıkartacak...
-ne yani, başka yolu yok mu?
-denemiyor.
-hayır, istemiyor.
-tamam işte denememiş oluyor.
-hayır, deniyor; görmüyor musun? ama istemediği için olmuyor.
-her neyse işte, saklanmaya yer arıyor velhasılıkelam.
-peki verim alabileceğinden emin mi?
-verim alması gerektiğinden emin?
-aman ne başarı!
-öyle deme.
-niçin?
-çoğu verim alması gerektiğini söyler, sorsan emin olduğunu da söyler ama öyle değildir, yalnızca mahalle baskısıdır bu; fakat o, kesinlikle emin.
-neyse, siktir et... budalalık ediyor bence.
-hayır hayır... sadece aylaklık... bırak dinlensin iyice ve güç toplasın.
-durdukça güç kaybediyor, farkında değil mi-siniz?
-bilmiyorum, bu da bir teori?
-o değil de içsek be hocu?
-olmaz.
-neden?
-onun sözü var.
-sen hepten sapıttın.
-niçin?
-senin sözün yok, onun sözü var?
-olsun, şu sıralar bana daha yakın; o yüzden ben de ona yakın olmalıyım.
-ne yani, hangimizin karakterine daha uygun davranıyorsa, o dönemde biz de ona mı benzeyeceğiz? aah! salaklık ediyorsun sen.
-öyle ediyorum ya da etmiyorum, seni ilgilendirmez.
-neyse, bir şey diyeyim mi?
-de.
-mına koyim... hihihehehe...
-çıldırdı iyice... gitmiş... neyse...

deliler ve epilogsuzluklar-36

mizar kaburgalarını kırıp içinden o tohumları döktü... müptela başının çaresine bakmakla meşgulken tufan başladı -yeniden...

- yılan, köstebek ve rakun... en masumu en çok yara alan olacak, oluyor...

- ama onlar birbirlerine dokunmazlar ki?

- dokunmadan yaralamak! bu daha beter değil mi?

- öyle...

- tanrım! yardım et tanrım! yücelt, yükselt... alçakta bırakma, aşağılıktan kurtar, kurtar tanrım! güç ver bana, bana güç ver! kıvrılt, sivrilt, dondur ve yarattır! yarattır tanrım!

- bu da kim?

- bu da ne böyle diyecektin sanırım...

- haklısın, bu da ne böyle?

- tanrım! yoluma yokuşlar koy, koy ki ter dökeyim, koy ki diz kapaklarım kan revan içinde kalsın!

- vurun şuna, rahvan gitsin!

- gidemez.

- neden?

- görmüyor musun her yanı eğri büğrü...

- denese?

- sadece acı çekecek, o kadar...

- gözümüz şenlensin diye istemedik ki zaten?

- o zaman patlat bi' tane...

- olmaz, sen yap.

- niçin?

- sen daha acımasızsın.

- acımasız değilim, sadece "zaten" acı çekmekte olana acı katmanın anlamsızlığını savunuyorum.

- eeh, ne fark eder...

- ne mi fark eder? bu, senin bana söylediğinin tam tersidir; merhametin aslını savunuyorum, şu baştan savmacılığından cay artık.

- tamam, her neyse...

- kim vuracak şimdi?

- kudurmuşçasına yaşıyor, bir zavallı gibi ölüyor insanlar! tanrım! koş, yetiş!

- deli bu.

- vur şuna artık.

- olmaz.

- tamam konuşsun dursun o hâlde...

- onun bir bedeni yok, konuşamaz.

- konuşması için bedene ihtiyacı yok.

- insanlık yarattı, insanlık yaşatıyor; aslında hiçbir şey için hiçbir şeye ihtiyacı yok, insanlık olmasa bile yaşayacak sanırım.

- sanmam.

- ben sanıyorum.

- sanmaya devam et, ama yanılıyorsun.

- ne yani tüm insanlar ölsün mü? bunu mu istiyorsun?

- o nereden çıktı şimdi?

- ...

- iyi değilsin bugün.

- ben hiçbir zaman iyi olmadım...

- görüp göreceğin buydu işte.

- neydi?

- bu saçmalık! bu daimi mide bulantısı ve tat almaksızın, tatlandırılarak yaşamak ve nefes alabilip kabul gören bir yaratık oldurulamadan ölmek...

- işler hâldeysem varım, bu bana yeter.

- bu kimseye yetmez.

- duyar hâlde değilsin çünkü, duyarlaştırılamazsın da... ne acı!

- ...

- hiç almadan verdin, veregeldin, vereceksin; verdikçe tükenecek, tüketeceksin.

- nasıl olur? etkilenemiyorum ki? mütemadiyen etkiliyorum, sadece etkiliyorum; başka bir varoluş olanağım yok, bu hâldeyken nasıl tükeneceğim?

- işte bu nokta epey bulanık...

- yükselt bizi, bağışla tanrım! bağışla...

- bu beni bunalıma sürükleyecek!

- sustursana şunu? kasvet bastı!

- sus!

- tanrım, tanrım, tanrım... affet, kuvvet ver... tanrım...

- ne güzel susturdun.

- saçma sapan konuşma.

- sarpa saracak yoksa.

- sarmaş dolaş yokla.

- sağa sola yolla.

- siz ne saçmalıyorsunuz?

- vay be!

- demek çözüm buymuş...

- ilk kez farklı bir şey söyledi...

- tanr...

- durma, çabuk devam et! çabuk çabuk!

- dedi bana ama kendisi abuk sabuk.

- yanar döner biri gelecek kabuk kabuk.

- tavuk döner ileri gidecek buruk buruk.

- ...

- bak, sustu...

- yeter ki dikkatini dağıtacak bir şey olsun...

- evet.

- fakat biz dakikalardır konuşuyoruz, onlar neden çekmedi dikkatini; onlar neden susturamadı bunu?

- çünkü dinlemiyor, işitmek istemiyor; çünkü onlara hiçbir zaman fırsat vermedi, belki de hiç vermeyecek...

- tanrım... acı bize... acı tanrım... acı... tan...

- o zaman do majörden alıyoruz, yeah...

- vur altı sekizlik, haydi breh...

- dur, altı semizlik üstü neymiş böyle...

- yurduma alçakları uğratma duma duma dum.

.
.
.

+ ağlayabilir miyim?

deliler ve epilogsuzluklar-35

- duydun mu dua etti?

- evet, duydum; belli belirsiz, ama eminim.

- ne istedi acaba pis bencil!

- yanılıyorsun, kendisi için değil; kestane ağacı çiçek açsın diye uğraşıyor.

- emin misin?

- evet, duydum.

- o ağaç çürüdü sanıyordum?

- hem güneş hem de ağaç isen nasıl çürüyeceksin?

- ve hem de yağmur...

- evet...

- ve toprak...

- kesinlikle.

- ve...

- tamam sus.

- niçin?

- zaten özlüyor... seni işittikçe üzülür...

- ama...

- sus.

deliler ve epilogsuzluklar-34

- çok fazla insan var...

- çok fazla.

- çok fazla...

- çok fazla...

- çıldırmak üzereyim susun! çok fazla!

- susun!

- susun!

- beni susturun!

- sus!

- çok fazla... çok fazla... çok fazla... çok fazla... ç...

- kes sesini!

- bıraksanıza onları, size ne onlardan?

- evet bize ne?

- hayır, çok fazlalar! çok fazlalar!

- çok fazla insan var.

- çok fazla tanrı var!

- ah, evet, tanrılar!

- bırakın tanrıları, onların ne zararı var?

- insanların ne zararı var? onlardan yakınıyorsun...

- insan tercih ediyor, hem de acımaksızın! tercih ediyor: öldürmeyi, tecavüz etmeyi, yakmayı, yıkmayı, din için kelle kesmeyi, ırkı için bebek öldürmeyi, kilise için adam yakmayı... tanrım! insan tercih ediyor...

- olmamalı mıydı?

- olmamalıydı! insan bu yarım yamalak saçma tutsaklık yerine mutlak tutsaklığa savrulmalıydı! neden... neden olmadı! olmalıydı...

- çok fazlalar! çok fazlalar!

- çok fazlalar... boğuluyorum...

- peki ya tanrılar?

- onlar tercih etmiyor, bu onların imtiyazı...

- ama yine insanlar... insanlar tercih ettiriyor. off! çok fazlalar ve tercih ediyorlar! içine edeyim.

- tanrılar tanrılar tanrılar... melekler ve şeytanlar! zavallı günah keçileri. biricik güçlerini bununla yitiriyorlar...

- neyi?

- masumiyetlerini...

- masumiyetleri de onlara ait değil... ne acı!

- masumiyet mi?

- masumiyet evet.

- masumiyet, masumiyet, masumiyet... bu kadar çok insan varken hem de!

- niçin? varlığına mı imanın yok yoksa?

- elbette!

- niçin?

- çünkü uyduruk bir fenomendir. ütopiktir, tıpkı insanın içindeki süpermenlik hissi gibidir. zira tamamen suçlu olmanın var olma imkânı tamamen suçsuz olmanın var olma imkânıyla aynıdır, yani yoktur; masumlarda iki nitelikten biri vardır: şeytanlık veya aptallık.

- ama...

- masum ya oyunu iyi kurmuş, temiz görünmüştür ya da aklını kullanamamış ezilmiştir.

- peki.

- çok uysalsın!

- bu seni ilgilendirmez!

- çok insan var... çok fazla, çok fazla, çok fazla...

- ve çok az don kişot!

- don kişotları kim ne yapsın? hihi.

- çok salak bi' gülüşün var, söylemiş miydim?

- hayır.

- tamam söylemiyorum o zaman...

- don kişot, don kişot! makus talihli yalnızın kader mümessili o! olmayanlara, ama olmuş olanların geleceği olabilecek olanlara karşı savaş açmak da bu kaderin nirengi noktası... yalnız, düşünen, iyesiz ve iyeliksiz insanın kaçınamayacağı mutsuz son kişot.

- son kişot! ehehe...

- salaklık etme artık sus sen!

- sana ne be!

- dağlardan ovalara, kırlardan bayırlara, burjuvaziyle proletaryanın kapışıp durduğu kasabalardan lağım çukurlarına kadar... her yerde savaşılacak bir şeyler, olmayan bir şeyler ve olacak olanların bir nevi etiketi olabilen bir şeyler bularak onlara kılıç çekebildikçe yaşayabildiği için dönüp duran dünyanın tüm güzelliğinden kaçmak fakat tüm çirkinliklerinin peşine düşmek zorunda kalmak/bırakılmak; yani ölüleri diriltmek ve hiç doğmamış ya da doğamayacak olanları doğurmaya çalışmak... onun kaderi!

- ben bir şey diyebilir miyim?

- ve o! o her zaman dönüp duran dünyanın...

- neyse zaten kanıtlamış oldun.

- neyi?

- bir şey diyebilir miyim'imin devamının gelmesine izin verseydiniz söyleyecek olduğum şeyi.

- nedir?

- burada kimse kimseyi siklemiyor sanki?

- sus terbiyesizlik etme bre deyyus!

- deyyus mu? o ne la? ahaha...

- ya şunu çıkarın buradan artık. gerzek!

- çıkarın beni buradan... kehkeh...

- eroinman mı bu?

- çıkarın buradan beni. ehehehe... hahah... ahahahahhhaahhhaauuuh! çıkarın... çünkü... çünkü burası... çok... burası çok... kalabalık! çok fazla deli var!

- çok fazla insan var diyecektin, değil mi?

- o adam, o deli, o yalnız hep savaşmak; hem de yokluğa bürünmüş olanlarla, görünmeyenlerle, hamlenin sahibinden ziyade kendisiyle, hilenin failinden ziyade hilenin kendisiyle savaşmak zorunda.

ne acı!

ne hazin!

- hangi adam?

- o hâlâ kişot'tan dem vuruyor...

- hayır öyle demeyecektim... kes sesini! katlanılmaz bir yer artık burası... çıkarın... çıkar... çıka... çık... ah! nefes alamıyorum...

- tüm sorun zaten bu... o yüzden... bence almamak daha iyidir.

- çok fazla insan var!

- çok fazla tanrı!

- çok az don kişot...

deliler ve epilogsuzluklar-33

- aslında, onun için hiçbir değeri yok.

- neyin?

- hiçbir şeyin...

- peki neden yaşama tutunuyor?

- plasebo etkisi...

deliler ve epilogsuzluklar-32

- olmaz olası bir cennette oldum olası cehennemi yaşıyorum.

- hayır, sen değil, o... o yaşıyor.

- o benim cehennemimin kasvetiyle ezilegeldi, ama o yaşamadı.

- sus tamam buraya bakıyor.

- bırak baksın, bırak duysun, bırak öğrensin artık!

- hayır, öğrenmemeli.

- niçin?

- o vakit, bizi öldürmeye çalışacaktır.

- zaten bizi öldürmeye çalışmıyor mu?

- hayır.

- ya?

- bizi susturmaya çalışıyor; ama bunu duyunca, eminim, öldürmeye çalışacaktır.

- ama bizi öldüremez ki?

- bunu ben de biliyorum.

- o zaman?

- öldüremeyecek olması daha kötü.

- niçin?

- bizim için değil elbette, onun için...

- anlıyorum.

- daha da çıldıracak...

- bu, bunları duysa da duymasa da olacaktır dostum.

- biliyorum, sadece hasarı en aza indirmek için çabalıyorum.

- ve acıyı dindirmek...

- ve ıstırabı sindirmek... evet.

- ve güneşi söndürmek!

- belki...

- ve dünyayı döndürmek!

- o zaten dönmüyor mu?

- daha hızlı çevirip sındırmak!

- seni anlıyorum ama b...

- ve daha acıtıcı kılmak! burayı, dünyayı ve öte tarafları! hakkında en ufak bir bilgiye dahi sahip olmadıkları ve belki de hiç olamayacakları öbür tarafları bile değiştirmeye çalışıyorlar! ne hakla? ellerinde bal mumundan oyuncaklarla soba kenarında ne kadar bekleyebilirler? oyuncakları eridikçe kendilerini onların eriye eriye bitip tekrar aynı kipte donarak başlayacağına inandırmışlar ve bununla avunuyorlar! kaçı gördü bunu? ömür boyu oyalanıp durdukları o oyuncaklar kaçını mutlu etti? kaçı hevesini çarçabuk alıp duvara çarptı onları? biliyorum biliyorum... hepsinin cevabı "birçoğu". düşünmeden ve derinleştirmeksizin de söyleyebilir biri bunu: "birçoğu". birçoğu yanılır hâlde ve yanmak istiyor... cevap "birçoğu".

- hayır dostum, cevap:

deliler ve epilogsuzluklar-31

müptela... dedi:

- ne istediğini biliyorum azizim... çiçekler, böcekler, koskoca bir kır ve deliler gibi koşmak, koştukça içindeki bu anlamsızlıktan mütevellit bulantı ve bunaltıyı dindirebileceğini sanarak imanın en saçma hâllerine sarılıp rahatlamaya çalışmak ve böylece ölesiye yaşamak... ama vakit kaybıdır bu, hayallerin, hayallerinin kaburgalarına kenetlediği çepel; tüm dünyanın yükünü omuzlarında sanışın ve diğerleri... hepsi, vakit kaybı; yaşamak bile vakit kaybı, çünkü kaybı olan bir "vakit" veriyor sana; oysaki her şey çok daha farklı olabilirdi, hiçlik, varoluşun rahatsızlığı üstüne kurulmuş bu evren çok daha farklı olabilirdi... gülücükler manasız, ağlayışlar dokunaklılığa sahip olmaksızın var olabilirlerdi... niçin varlar?

mizar... dedi:

- ben acı çekebileyim diye... acı çekebilerek, acısızlığı isteyip çiğ süt emmişliğimi görünürleştirebileyim diye...

müptela dedi:

- ya sen akıllanıyorsun ya da ben savruluyorum...

mizar dedi:

- kaçamayacağın biricik gerçek kaldıysa söylenecek pek fazla bir şey yoktur; bu sebeple, ne benim rasyonel olmaya başladığımı sanmalısın ne de kendi varoluşunun değişmeye başladığını... sadece tek bir gerçek kaldıysa söylenecek pek fazla şey yoktur; işte, senin üstündeki bu gerilim de bu "söylemsizlikle" ilintili... sanırım bazen sen de duygusal düşünüyorsun, tüm bunların yalnızca "acı çektirici" olmasına katlanamayıp cevapsızlığına kılıf arıyorsun; lâkin kabul et ve kurtul: ben acı çekebileyim diye... acı çekebilerek, acısızlığı isteyip çiğ süt emmişliğimi görünürleştirebileyim diye... varlar...

- kabul et ve kurtul...

deliler ve epilogsuzluklar-30

mizar yağmur tanelerinin bir bir gelip sokularak sindiği fötr şapkasını çıkarıp onları savuşturarak gökyüzüne kaldırdı çehresini ve dilemma müptelası'nın tüm soğukluğunu görmezden gelince dökülüverdi ağzından "bilinirleştirilmiş bilinmezler"...

dedi:

gizli bahçedesin... en görünür ve en görünmez olan gizli bahçede...

yersiz, yurtsuz kalmış birinin sımsıcacık evi, yeri, yurdusun...

elleri, ayakları kesen bir ayazdan çıkagelip evine daldıktan sonra bulduğu ilk battaniyeye sarınıverince bir oh çeken "üşüdükçe üşür" çocuğun edindiği sıcaklıksın...

büyüsün.

sen büyüsün.

tüm büyüleri "büyüsüzlük büyüsü" imişçesine bozuvererek onu büyüleyensin.

sen.

annesin.

sen.

gökkuşağının sekizinci rengi, onun tüm renklerisin...

sen gündüzün başını usul usul çıkartarak gecenin gidişini yokladığı anların mest edici serinliğisin...

sen.

deliler ve epilogsuzluklar-29

-hep
-aynı
-şeyi
-mi
-yapıyoruz
-nedir
-?
-seninki pek bi'
-sessizce oldu
-!
-bıraksana onu
-kendi
-hâline
-kendi
-tu
-sus
-ıp git
-dün
-işçesine
-ur va
-ne
-r
-mış
-lunca
-dikçe
-üp
-erek
-sızılanmaksızın

-fatih
-in
-tesiri
-susun bi' lan!
-hatlar karıştı gene.
-evet.
-ne demekteyiz?
-bence ne dememekte olduğumuz daha mühim.
-iyi de niçin?
-ve nasıl olacak ki o?
-ne demek istiyorsun?
-nasıl olacak?
-bir şey dememekte isek yani?
-ee?
-sus sen.
-sen bi' dur.
-lan hepiniz susun da şu açıklamasını yapsın.
-dememekte olduğun bir şey olamaz.
-çünkü edim için aktiflik elzemdir, diyeceksin değil mi?
-evet. hemen hemen bunu söyleyecektim.
-dememekte olduklarımız var, demeyerek, onları biz denmemiş eyliyoruz.
-ama bir tesirimiz y... heavmn...
-bir tesirimiz var.
-evet var.
-peki sen ne dersin?
-kim?
-kim?
-kim?
-bana mı seslendiniz?
-knock knock knockin' on heaven's door'u aç da bi' sonra söyleyeyim ne diyeceğimi...
-işte sonunda üstüne alınan biri çıktı.
-o benle konuşuyordu, o yüzden öyle dedi.
-tamam tamam.
-bir şey duydum.
-kimden?
-ne duyduğum, kimden duyduğumdan daha mühim değil mi?
-küçük beyinliyim ben, sen söyle hadi.
-descartes'ın dediklerine kendine bu yaftayı vuracak kadar bağlısın ha?
-ne münasebet!
-hani şu küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri konuşurmuş ya? tıssıhhıhhıhha...
-hiç duymadım.
-vauv!
-ne oldu?
-pis giydirdi.
-o da nerden çıktı şimdi.
-basitleşiverdin.
-evet.
-bayağı basitleşti değil mi?
-hadi üstüne gülelim. nihohohahahaaa...
-o vakit biz de onun basitleşişine dahil olmuş...
-olmaz
-mıyız
-?
-sen yine pek bi sessiz kaldın.
-!
-tamam tamam.
-bu arada yine hatlar
-yun
-kal
-sığlaştırıcıktan kaçkınca giderdi trompet...
-misleşiverince
-ile
-şiğünip
-voluntas ve noluntas ve volle ve nolle ve ve ve ve ile ur
-gan yorgancı
-ükinüçi deryasından
-çıkagelmiş
-ve
-demiş
-ki
-:
-oh, dünya yokmuş!
-o değil de yine sessiz kaldı bu.
-!!!
-eeeh! yeter be.
-sen uyusana artık.
-evet, uyu da rahat edelim.
-evet evet.
-uyumalı!
-uyumalı!
-uyusun evet!
-yatsın artık!
-zıbarsın!
-yatmazsa asalım!
-evet asalım!
-asmayalım da besleyelim mi
-?
-sen yine...
-!!!!!!!!!!
-tamam sustum.
-durun bölmeyin.
-ayaklanma çıkaracaktık.
-neredeyse.
-neyse, kibar dille söylemeyi denesek?
-tamam.
-olur.
-bence de.
-bana uyar.
-siktirip giderek yatıver kardeşim hadi.
-bir budala gibi konuştunuz monşer.
-siz de pek bi' yapmacıksınız.
-ah ulu tanrı'm!
-yüce yaratıcı!
-keçürgen, bengi, erkli teñri'm!
-ya rabb!
-koca jehova!
-ya hazret-i allah!
-n'oluyo ya? bu ne furyadır böyle?
-ne oldu bunlara?
-ben de anlamadım.
-hey! sizi gidi cühela!
-sizi din düşmanları
-sizi
-yakmalı!
-sizi
-evet yakmalı!
-yakın şunları...
-sktrin gidin lan! yaraklarım! kendinize gelin!
-bu da kim?
-böylesini burada hiç görmemiştim.
-ben de?
-bu ne kabalık?
-ama bu saçmalığı durduran da o oldu yalnız?
-evet.
-ilgi çekici.
-buna bir yorumu olan var mı?
-var.
-söyleyiniz.
-şimdi değil...
-ne zaman?
-zaman mı?

deliler ve epilogsuzluklar-28

müptela sustu... suspustu...

mizar da suskundu, fakat o'ndan rivayet etti:

- tutun bana... kapıya gelen yedi çocuk arasından; yanakları soğuktan al al olmuş, kafasına büyük geldiği için aşağı sarkıp duran beresini çekiştirmekten bezmiş olanına, yani en kısa boylu, en utangaç ve en sessiz olanına giden kırmızı bayram şekerim... tutunabileceğin her zerreme tutun. ben de kendimi saldığımda...

gözyaşlarıma tutun.

onlarla birlikte avuçlarıma inersin nasılsa...

---

- sabah sabah niye ağlıyor bu?

- ağlamıyor, yitirilenlerin marşını okuyor...

deliler ve epilogsuzluklar-27

- mizar?

-

- mizar?

-

- gitmiş... fakat aklın baskınlığından, üstün gelişinden değil; duygunun hırpalanışından, özlemden muhtemelen... ama buraya gelip o'nun canını yakmalı... fakat! o da ne, zaten bu sebeple gitmiş... görüyorum, zaten bu sebeple gitmiş... zaten bu sebeple gitmiş... zaten bu se... ama! ama nereye? yoksa? yoksa eriyip dağılarak damarlarına mı karıştın onun? mizar! acı çekmeli, evet; ama bunu yaparak onu kahredersin! kahroldukça delirecek, yapma! o zaman seni hepten kaybeder... istenmez hâle geleceksin, duymuyor musun? hay içine tüküreyim, neredesin! her neyse... bırakalım da yansın hasretten, bırakalım da esrisin, bırakalım da kavrulsun hepten; değil mi? boşluğa konuşmak ne kadar zor ve ne kadar ürpertici aslında... duyanın kim olduğunu bilmediğin için. mizar! çık artık ortaya... güneş doğsun ve çık artık ortaya... insanîleşsin şu yaratık da... biz çatlak kemikler, o travma... ve yollar uzayıp varacak yevm-i nevme... her kezinde ulaşmakta sehve... herkesin dehlizinde bir garip çile... fakat onunkiler getirilemez dile... kahrolsun gün, güneş kalsın batık; ellerinde kaldı nefes sonsuzluğu yakıp, çıkmış yükseklerin yükseğine ve demiş: cogito ergo sum -eğer başıma bir iş gelmeyecekse...

dilemma müptelası iyice sapıtmıştı... iler tutar yanı eriye eriye yok oldukça o, mizar'ın dengeleyici yanının gerekliliğini fark ediyor, fark ederken sancılanıyor, sancılanınca inliyor, inledikçe daha çok acı çekiyordu... duygu, düşüncenin bel kemiği idi... bir ağırlık, bir sınırlandırıcıydı belki ama elzemliği de bundandı zaten...

deliler ve epilogsuzluklar-26



- oyun mu? ne oyunu? bunun adı savaş... ve soracaksın, biliyorum: savaş da bir oyun değil mi? hayır! zinhar! oyunda kimse ölmez, ölemez; yok olduğunda oyun oynayamazsın zaten, ama savaşırken ölünce "oyun biter". savaştıkça, savaşabildikçe, savaşı oyun sanarsın; bu doğal, çünkü zevk almaya başlarsın. ama bu oyunda ölürsün, oynarken ölemezsin; ölürüyorsa, o, oyun değildir.

oturduğu yerde doğrularak saçındaki tozları savurup yüzüne düşen ikindi güneşinin kasvetinden bir yudum çekerek göğe yükselircesine, ağır ağır, loş odada talazlanmalar yarata yarata ayaklandı ve tekrar etti:

- oyunda ölemezsin.

durdu. içinden çıkarıp dünyaya ittiği her şeyi içine alıp kusmak istiyordu; çünkü yavaşça bırakmıştı onları ve gürültü yapmamıştı, kusarsa gürültü çıkarırdı ve kusarsa,onlar işitebilirlerdi, işitmek zorunda kalırlardı... gerildi, kollarını iki yana açıp gözlerini tavana dikince, dedi:

- sen, o, ben... herkes... hepimiz savaştayız... oyun oynamak güzel, evet; buna oyun demek de işimize geldiği için gayet seçilesi, evet; ama oyun değil dostum, oyun streslendirir, en fazla bunu yapar. oyun kahretmez. bir o yana bir bu yana koşturup duran bu zavallılar, cismin avuçlarına bırakılmış bu zavallıların her kelamı bir inlemedir aslında... ve inleye inleye kendilerinden geçiyorlar... sağır olmuşlar, zaten mahpusken iyice mahpus oluyorlar. yalnızlığın yüz çizgilerine saklanmaktan başka çaresi olmayanlar var aralarında... başka çareleri yok çünkü yok olmak çare değildir; yok olmak hiç var olmamış olmayı dileyenin trajik sonudur, ama çare değildir ve yalnızlığın mimikleriyle buduyorlar kederlerini, kederlerinden hayatlar yaratarak avunaduruyorlar. bırak, bırak avunsunlar; bırak bu gülünç dünyaya avunçlarla karşı koysunlar... ama ya o da yetmediğinde? dünyaca kaburgaları burulup duran bu insancağızların umutları sındırılarak, onların hiç var olmamayı dilemiş olmaları, dünyanın varlığı altında ezilerek, "savruluşun en sancılı hâli" oldurulduğunda ne olacak?

trajedi burada.

deliler ve epilogsuzluklar-25

müptela... dedi:

- bu, aslında, onu, mutlu etmeli idi ve mutlu etmeli.

mizar... bakakaldı:

- nasıl? böyle bir şey nasıl olabilir?

- o, "mutlu edici bir şey" yaptığı için değil; ikimiz de onu onaylamıyoruz, evet; ama bu denli üzülmüş, birkaç saat içinde tamamen yıkılmışçasına yıpranmış olabildiğini görmesi, bu zarar almışlığın sebebinden ve imlediği "şey"'den ötürü, onu, "mutlu" etmeli!

- ya verdiği zarar? ya çirkinleşmeler?

- bu üzüntünün imlediği "şey", bunların tümünü süpürüverebilir... ve hatta! süpürdükçe, onlara güzelleşmeler ikame edebilir...

- bunu sen mi söylüyorsun? her şeyin en pis yanını tutup çekerek en parlak güneşleri söndürünce rahatlayan, güzelliği paralaya paralaya yok oldururcasına hırpalayan ve gündüzü geceye gömerek en ışıltılı anları bohçasına tıkıp zifirî kuyuların en dibine yollayan... sen! sen mi söylüyorsun?

- beni hâlâ tanıyamadın mizar... ben görmek istediğimi görmüyorum. ben duygularıma yenilmiyorum, ben gündüz ne denli parlaksa ona o denli "parlak" ve gece ne denli kara ise ona o denli "kara" denmesini isteyenlerdenim; sen beni kötümseyip duranlardan sandıkça benim ne kötümsemelerim ve ne de iyimsemelerim olduğunu anlayamayacaksın. kendine izin ver. duygularından bir lahzalığına ırayıp o yükseklerden, nimbusların, hüznü de sevinci de metastazlarla yaydığı yerlerden, daha ötelerden, bana ve "ona" bak... oku! görmek için... ardı görmek için oku! incelt! önündeki ve arkandaki ve sağındaki ve solundaki her şeyi incelt... her şeyi inceltip "aslı" gör... ben bunu isterim. ben kötüyü ya da iyiyi görmek için uğraşmıyorum, ben "görmek" için uğraşadurmuşum; lâkin yanlış anlamanı istemem, bu sensiz olmaz, bunu da bilmelisin. yanlış olduğun ve doğruların yanlışların dürtüşleriyle bulunduğuna iman ettiğim için değil; sen, "o"'nun bir vazgeçilmezi, değişmez ve cayılmaz bir parçası olduğun için... tüm insanlık, tüm insanlık sana muhtaç mizar... ben mi? ben onlar için kimi zaman şeytan, kimi zaman art niyet, kimi zaman en amansız düşmanım...

- anlıyorum... fakat bunlardan sonra şunu söylemem gerekiyor: sanki senin de duyguların var dostum?

- olmadığını söylediğime tanıklık etmişliğin var mı?

- yine çıkmaz, yine açmazlar... her neyse... seni anlıyorum, ama... asıl meselemiz?

- evet, ona dönelim; sözün kısası, aşk, kahreder ve aşk halk eder, aşk doğurur, aşk incitir, aşk yaraları sarar, aşk tüketir, aşk doldurur... aşk, aşırı sevgi değildir; aşk her duygunun en yoğun hâlidir.
- işte, sonunda, tüm benliğimle katıldığım bir düşünce...

- bu beni rahatsız eder...

- her neyse...

- tamam.

deliler ve epilogsuzluklar-24

- aslına bakarsan, bu, tamamiyle biçimlendirmeyele ilgili...

- ne, neyi?

- herhangi bir şey, herhangi bir şeyi...

- nasıl?

- ben, beni biçimlendirişinle ilintiliyim, kendimden daha fazla, senin beni biçimlendirişinle.

- pekala...

deliler ve epilogsuzluklar-23

dedi:

-ya aşk?

-alış artık...

-ya tanrı?

-yanaş artık... ya da unut.

-ya düşünsel mimarî?

-düşün artık...

ve tan ağarıyordu... kelebekler umutsuzca kanat vurdukça ölüme heyecanla koşarak; karanlıkla aydınlığın savaşlarından nemalanmaya çalışan çiy tanelerinin parıltısından pay kapmışçasına ışıldıyorlardı... ve soğuk... ve güz... ve hüzün... hüsrana uğramaksızın bunları yaşamak isteyen ufaklık, gözünü yine tavana dikmiş; mezarın iç bulandırıcı, iç burkucu ve ruh burucu parmaklarını düşlüyordu...

yaklaşan parmaklar... soğukça, delice ve her şeye; kafa kurcalayan her şeye delilmişçesine yaklaşan parmaklar yüz çizgilerine toprak doldurmaya başlamıştı...

o doğduğundan beri...

deliler ve epilogsuzluklar-22

müptela... dedi:

- ve işte! işte senin duygusallığının iğrenç neticelerine, saplantılarına son verildi!

mizar... fötr şapkasının altında adeta kayboldu... dedi:

- evet... ve şimdi o, biz değil, bizim en gerçek hâlimiz olan "o", kendi söylemlerinin aksi istikametinde ilerlemekten kurtuldu. şimdi "o", çok rahat.

- evet. o öldü. sen can çekişiyorsun.

- ...

müptela uzun uzun düşünüp dedi:

- cranial kemiklerin tek tek çatlayıp erirken, sen gitgide silikleşerek "ayna arar" hâlden "bir şey bilmez" hâle geçtiğinde, o an için arayabileceğin biricik şeyi arayacaksın muhtemelen: yokluk.

mizar... yokluğuna sığındı... daha doğrusu hiç var olmamış olma ihtimaline... acıyla gülümsemeye çalışarak... ve fakat... acıyla gülümseyen tek meczup varlık o idi:dilemma müptelası... ve belki de zaten bu yüzden yokluğa seğirtebilmişti... mizar.

delinin dedikleri-13

yanaşıp şunu fısıldadı:

- hem dil, hem düşünce... hem aktarıcın ve hem de aktarılanın... yalnızca biri için çıldır bari... yoksa kavrulacaksın. kafanı duvardan duvara vurmak istediğini biliyorum. vur. ama içindeki duvarlara... sabitliğinin yok oluşuna tanık olup durdukça ezilerek topraklaşmaya başlamış tüm duvarları toptan hallet... ne için bekliyorsun? zavallı! neyi bekliyorsun? biri gelip kafandaki tufanları dışarı çıkarınca herkesi öldürüvererek içine serin sular serpecek... buna mı tutundun? gerçekten tutunduğun şey bu mu? ölüp gideceksin... bu ahmaklar da ölümüne sevinecek... ve ne denecek biliyor musun?

ah.

vah.

hepsi bu.

deliler ve epilogsuzluklar-21

mizar...

- ya açmazlar?

dilemma müptelası...

- onlar sana lazım. sonuna ya da sonsuza dek... biri bana şöyle dedi: aç...

- bir dakika... kim?

- lütfen... tanıyorsun onu... izin ver de söyleyeyim:

açmaz, çaresizlik... adı her neyse... işte o, hayatını bir noktaya odaklayıp oraya yığmaya başlayan her insanın, o noktada yaşanan sorunlara karşı elinin ayağının bağlı olması durumundaki acizliği, edimsizliğidir.

acıdan kavrulup erimek, kahrolmak ve dirimi ölü olarak tatmak raddesine geldiyse açmaz; kısım kısım çentilerek yavaş yavaş yarılmaya ve bulanmaya başlar kalp...

kalp bulantısı başkadır.

o sesten özge sesleri duymaktan vazgeçmiş kulakları kind hearted woman'ı dinleye dinleye epritip güneşi bir günebakanmışçasına beklerken yarasalaşıp itiverebilmek ve ölümün buz gibi eşiklerinde oturarak oyun oynadıktan sonra, içinizdeki anneden azar işitmek ve bunun doğurduğu utancın tadını yeni yeni alırken kaburgalara abanan usançtan öleyazdığınızı sezerek kahrolmaktır.

yapılan aymazlıklar için yakınmanın boş, onmazlıklar için ağıt yakmanın bomboş olduğu görmek; histeri nöbetçilerine selâm verip inleye inleye uyumaya uğraşmak, kaygıların kişiyi sürdüğü kıygınlığa aldırış etmemek için mahvolmaktır.

cılızlığın sinir bozucu sırıtışlarıdır.

acziyetin tumturaklı bakirelerine göz dikmektir.

erksizliğe düşman olmanın başlangıcı, tüm düşmanlıkların yararsız ve dahi zarar dolu olduğunun onanışının sonudur.

süreçle sonuç, ilerleme ile doğurgu arasındaki bağı görüp kendi kendine ilenmektir.

zaman zaman aşık olup esrimek, zaman zaman v tipi kırılmaların söz konusu hayattaki yokluğuna sövgüler yağdırmaktır.

çaresizlik.

tat ve tuzun hiç yaratılmamış olduğunu sanacak hâle gelmektir.

mizar sustu... fötr şapkasından atlayıp heyecanla düşüveren yağmur damlalarına bakakaldı...

sustu.

deliler ve epilogsuzluklar-20

-ne var?

-hiç.

-var mı?

-ne?

-hiç.

-yok.

-yoksa nasıl var oluyor?

-var olmadan yok olamaz da ondan.

-en azından zihinde, değil mi?

-hayır, tek oluş olanağı zihin zaten.

deliler ve epilogsuzluklar-19

dilemma müptelası, mizar'ın dilinin altındaki bakla oldu...

ve çıktı...

dedi:

çürümeye yüz tutmuş bir aşkı ondurup diriltmek için yeltendiğimizde elimizde bulunan iki ihtimal; yani, daha fazla bağlanmak ve iyice kopmak, bize aşkın hem sevgi, neşe ve dinginlik bağlamını hem de nefret, bungunluk ve bitkinlik bağlamını; hayatın her gerçek noktasının en acıklı anların fazlasıyla derişik bir toplamı olduğunu, öğrencilerini "uğraşmak" erdeminden uzaklaştırmak istemeyen bir öğretmenmişçesine, bir yandan bizi kararlı ve bir o kadar da çekingen kılıp bu tekâmülü bize, bizim direnme sığamızı hem genişleten hem de - yapılan yüklemedeki sürerli artımdan ötürü, dolaylı olarak - kısan bir yordamla, işlerken öte yandan bizi endişelendirerek ("endişe"yi, tekâmül edişte bulunan "acı"dan farklı görmek zorundayız, zira o acı bizi erklendirebilir lâkin bu güvensizlikten mütevellit "endişe" titrek, ürkek ve cılız oluşumuzun doğurgusu yahut doğurucusudur - ya da ikisi de...) öğretir.

semirtip erginleştirdiğimiz, üstünde oynamalar yaptığımız, uyduruk ve düzmece olanlarını dahi icat ettiğimiz, bizi kendi yalanımıza kandırabilen ve uğruna öleyazdığımız, öldüğümüz ilk duygumuz aşktır; öbür duygularımız bizi ya körelttikleri ya da toy kaldırdıklarından yahut kendileri "töz"ün mutlak göynüklüğünden uzaklaşıp bozunuma uğradıklarından ötürü "aşkın tuhaflığına" sahip değillerdir.

tutku, sağduyu ve sapınçsız düşünmenin ümüğünü sıkan dürtü, güdü ve duygularımızın tümüne verdiğimiz çok genel bir addır ve tümelliğinin karşısında çok iri bir tikellik mevcuttur; "tutku", insanın, kendisinin güdümüne sokabildiğinde yararlanabileceğini düşündüğü bir şeydir fakat tutkular yönlendirilemez - öz doğrulumlarından vazgeçmez, yönetilemez - lâkin yönetir, öldürülemez - varoluşun kendisine ildirilmişçesine yaşamaya devam eder - ve savuşturulamaz (bu kip olarak mümkünse de san olarak değildir) , kovulamazlar. tutkular örtülürler. onlar toprağa da gömülürler. fakat onlar köstebek gibidir. nereye kapatırsanız kapatın, nasıl saklarsanız saklayın soluk alıp vermelerini işitirsiniz. yönettiğiniz şey bu sesleri yorumlayarak kendinizde oluşturduğunuz "temel sanı"dır. köktenleşmesi o denli çabuk olur ki insan bunun bir "sanı" olduğunu fark edemez.

aşk bir tutku, hem de kişinin kendi yaşantılarının, düşüncelerinin, saplantılarının, açmazlarının, görmüşlük ve görmemişliklerinin ihtiva edildiği bir yeti aracılığıyla kurcalanıp bazı değişikliklere maruz kalarak gürbüzleşmiş, körpelik ve iğdişlikten iyice uzaklaşmış bir tutku olduğu için sağduyu, öngörü, uslamlama, anlam, imlem, bağlam gibi ussal öğeleri epritip bozmasa da onları kendi örüntüsüne katıp başka bir varlığın üyesi gibi var olmalarına yol açınca bir başkalaşım söz konusu olacağı için onları, ilk iyelerinden koparmış olarak, yok etmiş - onlara başkalarını ikame etmiş - yahut onların ait olduğu zihnin büyük bir kısmını değiştirmiş olur.

bu sebeplerle, âşık olan, başkalaşmıştır; fakat âşık olunana karşı hissedilenler âşık olmadan önce yahut âşık olurken hissedilenler olduğu için âşık olan, aşkının varlığını kanıtlamak, bu duyguya sahip olanın kendisi olduğunu fark edip fark ettirerek "kendisi" olmak için, kendisinin bir başkası olmadığı ya da olmaya başlamadığı savına dayanak bulmak için âşık olmadan önceki kişi olmak zorundadır; çünkü başkalaşıma uğrayan birinin hissî ve fikrî vaatlerinin varlığı veya varlığının yerleşikliği, sabitliği üstündeki mukavemetine dair kuşkular âşık olunan tarafından, belirtikçe veya zımnen, sözel veya davranışsal yolla bildirime içerik kılınırlar. korkmak veya kuşkulanmak âşığın maşuka, daha doğrusu onun varoluşuna, onun kendisine ilişik unsurlarına, ona karşı hissettiklerine ve o insanın, âşığın ona dair yorumlarıyla kendi zihninde kurduğu "yeni yaşamına" ildiği düşünü, duygu, eğilim, anlayış ve yargılayıp kavramlaştırmaların tümünün hem doğurucusu hem de doğurgusudur. âşık, aşkın haricindeki tüm hislerini ve aşkı ona kattığı düşüncelerden farklı tüm düşüncelerini de karşısındaki kişinin yaşantılarına, o anına ve geleceğine - çitmeler, üleştirmeler, zamklayıp aparmalarla; kısacası, şu ya da bu şekilde, ama yapıp etmelerinin dokunaklı bir yordamla oluşmasını sağlayacak bir şekilde - sızdırmak için uğraşıp o yaşantı, an ve geleceği bir yerlerinden kerterek onlara kök saldıktan sonra o benlikte yuvalanmak ister.

aşk, en başta, "ona katılarak o oluvermeyi arzulamak" iken başlangıcın kendisi süreç olma durumundan kurtulup sürecin başı olmaya erdikten yani aşkın bu ikilice yaşanmaya başlanmasından, "âşık olunduktan" sonra "ona katarak onun yavaş yavaş 'ben' olmasını arzulamak" hâline gelir; çünkü insan, işin başında teşhissiz, saptamasız ve dolayısıyla savunmasızdır. birini dövünce görülenleri değil birince dövülünce görülenleri görmeye eğimlidir. karşısındakinin eksikliklerini tespit etme, yaptıklarını okuyup yapabileceklerine ilişkin çapraz çıkarımlarda bulunma gibi edimlerden ziyade sığınıp onma, doğrulma, aymazlığı öldürme gibi istemelere sahip olduğu için seçenekleri değerlendirmez, seçenek aramaz, bilinci dâhilinde seçenekler yoktur ayrıca "seçenek" kavramının öz yapısı o evrede herhangi bir zihinde yer alan "seçenek"e göre çok değişik ve fazlasıyla örtüktür; çözülmesi gerekir, fakat o aşamadaki biri için analitik edimlerle meşgul olmak hem yıpratıcı hem de - neredeyse - olanaksızdır. insan, bunlardan ötürü, oraya, sevgiliye kaçar; bu mağara onun için, o anda, iltica anından hemen öncesinde yaşanan sıkışıklık ve dağdağa göz önünde bulundurulduğunda yeterlidir; lâkin zaman geçip kişi bulunduğu ortamın nakıslığının farkına vararak tamamlanması gerekenleri düşündükçe o oluverildiğinde karşılaşılacakların neler olduğunu anlar ve onun yavaş yavaş öbürü - bu, şu, öteki - olmasını arzulamaya varır. ilk dileği bir ivedilik içerirken ikincisi tavsama yanlısıdır. insan görmek ister. neler olacağını anlamak, ditmek, kurcalamak, çözümlemek ister. bu usun kendini fark etmesinden ileri gelir. âşıkken - yahut aşkın ilk aşamalarında - bunu yapamamamızın sebebi de budur. usun kendini bilmekten ıraması, yani bizim öz bilincimizin örselenmesi bizi rasyonel devinimlerden koparmaya başlar. fakat "içeri girip" farkındalığımızı yeniden kabartarak dolgunlaştırdığımızda bu erki tekrar kazanırız. bu yüzden ilk dilek ivecenliğimizi imlemekteyken öbürü sağgörülülüğümüzü ve soğukkanlılığımızı imler.

tüm bu bahsedilenlerden ve nicelerinden ötürü, aşk, okunup çözüldükçe yorarak sancılandıran ve çözüldüğünde saçmalıklaşayazmaktayken bir anda ortaya çıkan yeni açmazlardan ötürü makulleşiverip tekrar "okunup çözülmesi gerekenler"den biri hâline gelerek saçmalıklaşayazamayınca bir düşman olarak görülmeye başlayabilir. zira insan mantığa bürümeye yatkın bir varlıktır ve çözer ya da çözemez, çözülmeye değer görmediklerine ve çözemediklerine basit, derin, pek karmaşık, zor ya da saçma der; basit olanı görmezden gelebilir lâkin saçma dediği her zaman zihninde, orada bir yerlerdedir. bu duygu, bu sayılanlardan mütevellit bir çözelti olduğu için...

insanı çıldırtabilir...

...

ikisi de birbirine baktı...

birinden biriydi... hangisiydi göremedim ama dedi:

- şimdi yatma vakti...