ARA

Ben

Fotoğrafım
Kıyameti koparacaksın önce... Cenneti ondan sonra yaratabilirsin.

9 Temmuz 2010 Cuma

Bir an durup düşünmek

Bir an durup düşündüm de... Bir an durup düşünmek kadar berbat bir şey yok lan. Gerçekten. Hani hayatın anlamsızlığını, insanların ne kadar sıkıcı yaratıklar olduğunu ve elde edilebilir birkaç zevk taneciğinden başka bir şeyle tatmin olamama durumunun gerçekliğini keşfettiğimiz anlar hep "bir an durup düşündüğümüz" anlardır. Bir an durup düşünmek, zor iştir aslen... Zira herhangi bir lahzayı paçasından yakalayıp "dur şurada!" dedikten sonra üstüne çıkarak düşünmeye koyulmak hiçbir şey ifade etmez. Bir anda, kaşla-göz, hırla-gür, pafla-küf arasında, kafanıza en ivecen tavırlarla dolmaya başlayan fikriyattan ötürü, vahye nail olmuşçasına irkilip "haa!" diye inildediğiniz zaman, işte o zaman "bir an durup düşünmek" edimiyle içli dışlı oluverdiğiniz andır.

Bir an durup düşünmek kadar berbat bir şey yoktur...
Bu dünyanın ve dahi bu kainatın berbatlığını anladığınız ve daha da kötüsü daha sonra unutmak zorunda kaldığınız anlar kadar berbat anlar yoktur.

Sünnet edilerek nöronlarınızla vedalaştığınız an hariç tabii...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Her üzerime düşeni yapsaydım otobüslerinden çocuk sahibi olmuştum...

şu meşhur tevekkül meselesi evet. tanımı kendin yap, ben işime bakıyorum.



"tevekkül" kelimesine baktığımızda "vekil", "vekalet" gibi kelimelerin de kökü olan "wkl" ibaresini görüyoruz ki bu "güvenme, iş yükleme, görevlendirme" tarzında karşılıklar bulan bir kelimedir. yani işini yapıyorsun gerisini allah'a bırakıyorsun, allah'ı görevlendiriyorsun... tuhaf geliyor kulağa tabii. belki "bırakmak" tabiri "sen bilirsin üstat, yap bir şeyler" havasında fakat "vekalet vermek" hiç de öyle bir şey değil. "sana bıraktım, bak ona göre, hallet şu işleri" tarzında... ha tabii arapça'yı kültürel dallanmalarına kadar bilmek lazım ki böyle bir yorumu pervasızca yapabilelim... o yüzden bu konuda kesin konuşamıyoruz.



işin morfolojik boyutundan biraz daha sıyrılıp semantik tarafına iyice aktığımızda karşılaştıklarımız daha da tuhaf... allah'ı görevlendirmek yetmiyor, bir de "ben üzerime düşeni yaptım hacı" mağrurluğuyla karşılaşıyoruz. e bunu yapmayacak insanın da saplantılı bir insan olup aynı işi defalarca yineleme ve sağlama almaya çalışma gibi çeşitli kompulsiyonlarla karşı karşıya kalma ihtimali çok yüksektir. yani el-mahkum, "yaptım ben" diyeceksin. sonra içinden biri, bir ses "ya yapmadıysan la kavat, ne biliyosun?" diye diretecek. bu sefer onu mu susturayım, bunu mu kapatayım derken kalacaksın arada. kalmazsan salak olduğunu düşüneceksin, çünkü "evet yaptım" demenin akıllıca bir hareket olmadığını da düşüneceksin.


"eeeeh! bıraktım gitti allah'a, halletsin işte." diye patlayacaksın en son. bu sefer... haydaaa... oldun mu kafir şimdi de... bak başının çaresine, et tövbeleri...

vesaire vesaire... şimdi bazıları gıdıklanıp diyecek ki "yoo, hiç de bilem, ben de bunların hiçbiri olmuyooo, tıamm mıaa?", ben de diyeceğim ki:

- inandıkların üstüne zerre kadar düşünmüyorsun da ondan.

baş baş.


nöt: başlık ağır derecede istihza-i hecn ve ihsas-ı müstehcen ihtiva etmektedir, aldırmayınız.


Björk

sadece ses güzelliğine sahip insan. yaptığı işlerde hiçbir şey bulamıyorum -açık konuşayım. tamam deneysel'sin, indie olayları falan filan... oraya kadar güzel, anladık. tonlarca da işin var, hem nicelik hem nitelik bağlamında. aranjmanda da varsın, güftede de, bestede de vs... hem de bissürüüü şarkı, albüm halletmişsin. bunlara da tamam.



ama allasen söyle björk, şimdiye dek herhangi bir albümünü açıp da duraksamadan dinlemişliğin var mıdır?
sorarım.

Zilant


Enteresan bir mitolojik figür aslında... Severim ben Zilant'ı, ama belli etmem. Çünkü her an yanlış anlaşılma korkusuyla yaşıyoruz değil mi?

Di' mi lan!
Bakma öyle cevap ver.
Ne bekliyordun? Kibarlık mı? Bu ülkede mi? Bu insanların arasındayken mi?

Hayır. Ben niye "farklı" olayım ki?
Hele de bütün insanlar "farklı"yı aşağılayıp alaşağı etmek için uğraşmaya başlamışken...
Bana ne!


Baskıcı Toplumların Kızları

eninde sonunda -onların deyimiyle- azıp sapıtacak olan kızlardır. ha "erkekten n'aber?" diye sormaya lüzum bile yok, erkeğin durumu zaten bellidir.

kızlarına kendisini korumayı öğretmek, ona hayatın gerçek yüzünü anlatmak veya onları az biraz da olsa kurnaz, çakal yaratıklar haline getirmek yerine; ev-okul hattına hapseden, hiç sebep göstermeden "onu giy", "bunu giyme", "o fazla kısa", "o fazla uzun" tarzındaki cümlelerle iyice köşeye kıstıran anne-babalardan müteşekkil toplumlarda yaşayan dişilerin torunlarında ya da torunlarının torunlarında mutlak suretle bir "patlama" yaşanacak, yıllarca dayatılan fikirler tepilmeye başlanacaktır.

mesele sadece hanımlar değil elbette, aynı tip toplumların (japonlar misal gösterilebilir) bahsi geçen "baskıcı" anlayışları ve çocuk yetiştirme tarzları hasebiyle erkekler de kimlik arayışında sıkışıp kalan emolar, apaçiler, gangstalar haline geliyorlar.

ennihayetinde "geleneğin" kafalara bastırılıp son güç itildiği her toplum kendi mikro ve makro patlamalarını zaman zaman yaşayarak kendi kültürünü kendisi yok eder. bunun menfi ya da müspet olup olmadığını tam olarak bilemeyiz ancak istemeye istemeye değişmek de pek mantıklı ve makul bir eylemmiş gibi görünmüyor bu göze...

"baskıcı toplumun kızları orospu, erkekleri ibne olur arkadaş. bu kadar."
diye bir şey söylemiyoruz bu arada, onu belirtelim.
ama elimdeki numuneler pek iç açıcı değil hani...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Albert Camus ve "Yabancılığı"

konudan daha güzel ve çarpıcı ayrıntıların yaratıldığı, yakalandığı camus eseri...

"Yabancı"


---
Komşusunun belalısını takır takır vurup öldürdükten sonra...

"yıkımın kapısını kesik kesik dört kez çalmıştım sanki."
---

Camus gerçek ve sıradan sayılabilecek bir olayı basit ve akıcı bir şekilde anlatırken bir yandan da sizi -ya da beni- "topluma sızamamış insan türü"nün hazin, müessif kopmalarına, gel-gitlerine götürmeyi istiyor. eserin birinci kısmı, yani tutukluluktan önceki tarafı salt dışrak bir anlatıma sahip olsa da ikinci bölümde içrek ve sembolik anlatımlar olduğunu varsayabiliriz. mahkemeyi ve tutukluluğu üstte bahsi geçen "topluma sızamamış insan türü" bakımından ele aldığımızda bunu görebiliriz.

her zaman dediğim gibi...

varoluş çilesi, varoluş çilesi ve varoluş çilesi...

KADIN!

kadın!

güneşten sıcak, sirius'tan parlak gözlerin yaşlarda boğulmasın diye gönlümü güneşte, ruhumu sirius'ta yakardım... ama ayrı konu o.

kadın!

yağmurlarıma ilişme, bırak onları; dedim... iliştin.
içimde patlayıp duran çöplere yanaşma, dedim... yanaştın.
"ağla!" dedim, sustun;
"sus!" dedim, ağladın.

kısacası bir çocuğa sabredecek yumuşaklık, bir kadını alttan alacak tahammül yoktu bende; sen de tozu dumana kata kata tuz biber ektin, aferin.

kadın!

senden aldığım her acının hesabını sana devrettiğim kıvranıp kavrulmalarla sordum.
ve düşlerini paçalarından yakaladığım anda alaşağı ettim.
aşkın yakama dökülüp sinen kırıntılarından aşktan-adamlar yapıp kendi ellerime bozdum durdum...
zekanın şeytâniyeti ve öfkenin kahhâriyeti ile sehven dalıverdim dünyana... ve dünyan karardı.

farkındayım.

kadın... hepsinin farkındayım.