bazen...
dünyayla ilişiğin kesildiği an, gerçekten lazımdır...
gitmiş... gözlerin feri uçup giden mutlulukla oynaşıyor... gitmiş... takat, aşkın genzi yaka yaka çektirdiği boğulma acısıyla haşır neşir olmuşluğu yakalamakla düştüğü kötü arkadaş seçiminden ötürü yakmış başını ve güç kalmamış ki güç yettiresin güçsüzlüğüne...
söz geçirmen gereken tek kişi sen iken tüm dünyan çepellenivererek kendisini senin elinden kurtarmak istercesine kaçıyor senden ve sen, kendi dünyanın eksenini parmak uçlarına kalkarak, acı içinde yakalamak istiyorsun... derken... "ı ıh, nafile!"ler sarıp sarmalıyor zihninin her bir köşesini... hem de bucağına kadar kıskıvrak yakalayarak...
ve durduk yere intihar ediyor, aşkı sağından, solundan, dört bir yanından, elli bin yerinden bıçaklıyorsun... niye?
ve biri giriyor araya, duygusal derişmelerin ortaya çıkar çıkmaz sahneye fırlayan bir hayta, doğru söyleyen biri deli... ya da sen ne ad takarsan tak ona... işte o...
- kimse durduk yere intihar etmez! intiharın olduğu yerde cinnet vardır, müntehir canidir... her zaman.
hafifçe kafa sallayıp geçiyor, geçiştiriyor, devrik cümleler ve kaotik düşünüşlerinin içinde sere serpe uzanmış - yığılıp kalmış demek daha doğru olur - benliğini, avurtlarını yaka yaka inen gözyaşlarının sürümden kazanmacılığını yererek, seyre dalıyorsun... orada yığılı hâlde kalakalmışlığını izlemek tecavüze uğramak gibidir... kendi idamını uzaklardan, acı içinde, anın progresif tavrının bile farkında olmaksızın ve dünyanın tüm ıstırabını avuç içlerine sıkıştırıp göğsüne bastırarak orada tuttukça hem acıdan kıvranan hem de "ötekileri" kurtarmaktan ötürü duyulan esenliğin zevkine varan birinin yakan-soğukluğu ile izleyen biri olmak gibidir - ve dahi "işte bu" olmaktır...
- ben olsam açtığım yaraya işerdim... hem zalimce, hem de yaptıklarından daha kötü olduğu için vicdanı sındırmaya çalışanları, onların varlıklarını örterek, töskürtmene yardım eder.
ama varoluşunu, yani etkisini, evrenle yaptığı alışverişi engellemez... her neyse, konumuz o değil zaten, bırak da devam edeyim...
- konumuz ne?
sus.
kendi idamını izlemek... hem de nâfiz'in ta kendisi sensin... infazın monopolü sende... her şey sensin... asan, astıran, asılan, asılana acıyan, acıyanı asan, asanı kesen vesaire... tüm paradoks ve antinomilerinle... sen, `sensin!`
- niye gittin?
neyden, nereden, kimden?
- kendinden.
sus.
- kaçmayı yerden yere vuran sen, kaçıyor musun?
sus. evet, kaçıyordum. sen söylemiyor musun kendimden kaçtığımı?
- kendinden gittiğini söylüyorum, kendinden hiç kaçmadın, kaçmıyorsun, kaçmazsın... sen, benden kaçıyorsun.
sen?
- senin tutsaklığın.
sus o zaman, hürriyetimle sevişeceğim biraz... izin ver.
...
aslında gündüzleri de severdim, hatta belki geceleri sevdiğimden de çok; lâkin bir şeyler, ufak tefek şeyler hem de, hail oluyordu... meleği şeytandan daha yeğ görmeme de, gündüzü tercih etmeme de, somurtmayı güleçliğe tercih etmememe de... hail oluyordu...
her bir düşüncem `hış'a` idi...
beni gebertip kendilerini kurtarıyorlardı...
biri demişti... 'biri' dememe bakılmaya, 'biri' olmanın da ötesinde idi:
- sen kaybedeceksin.
kaybı bile kaybettikten sonra neyi kaybedebilirdim oysa?
beylik laflar ve tantana...
hayat da bundan ibaret.
inanmadın mı?
öyle düşünmüyor musun?
çok daha ötesinin olduğunu mu düşünüyorsun?
iyi ediyorsun.
ben de...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder