ARA

Ben

Fotoğrafım
Kıyameti koparacaksın önce... Cenneti ondan sonra yaratabilirsin.

9 Şubat 2010 Salı

soğuyuş üstüne

insanlar gözlerime hınçla bakıyorlar, çoğu zaman... ya da ben düşman-sever'im, öyle hissetmeye mecbur olduğum için öyle hissediyorum. önemli olan da budur zaten... bana kendimi kötü hissettirdikten sonra gelsin tanrı katından melaikeyi avradım eylesin isterse... çok da umrumda! kimse gelip de bana ne kıyak adam olduğumu söyleyerek kolunu omzuma mıhlarcasına ve hiç imtina etmeden bırakıp gidemedi, gidemeyecek. bunun neresi kötü? eli omzumda fakat kendisi benden yedi yüz deniz mili ötede olan bir adamı ben neyleyim?.. sen neylersen eyle, ona da karışmam hani, o derecede de saygılıyım-dır.(bu -dır'a da hastayım`dır`... [hastayım'a da hastayım...])

insan en sevmediği, en tiksindiği, en uzak olduğu özellik ve tarzların mümessillerine imreniyor bazen; içinde hiç şeytani bir öğe bulundurmayan, dupduru, sevecen bir espri öbeğini, yumuşacık edasıyla servis ettikten sonra omzuna raptiyelenmiş kolların en seçkinlerini toplayıp gırla kalp deseni imal eden tatlı adamlar ne denli ütopik gelmiştir, zaman zaman, bu huysuza...

-----
lâkin yevm-i nevm idi ve bu serkeş, el-ense'ye nefesini peşkeş çekmekteydi...
-----

daimi bir huzursuzluk içinde yaşamak kolay değildir, zaten böyle yaşamaya çalışmış olanlar ya delirmiştir ya da müntehirdir; ama hafızanızı doğumunuza en yakın ana kadar esnetip yaşamınızı kolaçan ettiğinizde "huzuru kaçmışlığın" ya da "huzuru hiç bulamamışlığın" nefesini ensenize ilişik hâlde görüp durmayı öteleyemiyorsanız, yaşama şansınız, kanıksamışlığınızın sponsorluğundan ötürü, daha yüksektir ve zaten düşüncenin yapıtaşı düşünme edimi değil huzursuz olma hâlidir; fakat konumuz bu değil, o sebeple bu bahsi burada gırtlaklıyorum.

arkadaşsızlık, rağbet görmeyen sporlara rağbet göstermedeki ısrarcılık, çevrendeki hiç kimsenin dinlemediği şeyleri dinledikçe ölürcesine zevk alma durumu, tek başına çıkılan gezintiler, soyut zekânın sosyal zekâ üstündeki kolonist tutumu ve sair tuhaflıklar yalnızlığı "bi' bok" sanan insanların egolarının ağzına kaşık kaşık lokma tepebilmek için başvurdukları ilk kaynaklardandır...

ama işin ve işlerin aslı daima farklıdır...

-----
notalar hiçbir şey söylemiyor, onlar bu kadar küçültülmemeli; notalar, sanılanın aksine, söylenmiş ya da söylenebilecek olanları gizliyor; yoksa bu kadar saygı değer olamazlardı...
-----

yaşamak, egzistansiyalistçe bakınca, "her şey" idi ama kişinin kendi kişiliğine verdiği değeri göz ardı etmeksizin baktığımızda "hiçbir şey" bile olabilirdi... o yüzden "ehemmiyet arz etmiyordu talep etmediklerim"...
ve talibi olmadıklarım yüzünden de pek hırpalanmışlığım yoktur dersem yalan söylemiş olmamaktan uzaklaşmamış olmamış olurum...
tamam, konu bu değil.

marcel proust kurmaya çekindiğim dünyanın kurulabilirliğini, gözü bir kenara bırakalım zihnime soka soka, gösteriyordu ve blues stresi hem emmekte, hem de yaratmaktaydı. kant helezonik bir hipnozla bütün hipnozları altüst edebilmeye mukadderdi ama cesareti yoktu -veya sürer durum ile arayı bozmak niyetinde değildi, nietzsche verdiği tüm güveni çekip alıvererek muazzam bir boşluk hissi oluşturuyordu ve sartre, gerçekten bulandırmaktaydı... saussere...

-----
nearly all institutions, it might be said, are based on signs, but these signs do not directly evoke things.
-----

problem de buradaydı zaten...
gösteren ile gösterilenin (gösterge) bir imleme'ye ve anlama sahip olması lâkin göndergedeki tatmin etme problemi...
sözün kısası, şöyle anlatılmalı:
yağmur yağar, yağmurlu ya da sonbahar temalı bir film açıp sigaranızı-kahvenizi elinize alırsınız, eviniz orta düzey bir intizama iye ya da hiç olmadı gebedir ve azot tuzunun çözünüp karıştığı nefesini hafifçe açtığı dudaklarından yüzünüze serpen pencerenizin de keyfi yerindedir... siz dünyadan kopmuşken kapı çalar ve laubali bir arkadaşınız, dünyanın tüm gerçekliğini odalarınıza doldura doldura içeri girip -örneğin- açtığınız filmin bir hasılatı, oynayanların bir ücreti ve filmin bir "kamera arkası alemi" olduğunu acımasızca anımsatınca maddeye kendinizce yüklediğiniz tüm mânâlar bütünü çöküverir...

bitti.
hiç.
hiç oldu her şey.
keşke yok olsaydı değil mi?
çünkü...
yokluk ve hiçlik birbirlerinden ayrı şeyler... biri bir varoluşun herhangi bir etki gösteremeyecek hâle gelmiş olmasıyken (yokluk) öteki var olan bir şeyin değer yoksunluğudur.
değer verdiklerim, değer yoksunu olacaklarına yok olmalılar.

ve öldürmek lazımdı... soruları... yoksa yanıtlar hiçbir zaman göstermeyeceklerdi kendilerini...
ve ölmek lazımdı, kısım kısım... sorulardan müteşekkilsen tavsayıp duran bir intihar süreci yaratmak için uğraşacaksın, başka çaren yok...
demiştim, yine demeliyim:

`hadi ölelim`...

"yok, olmaz" diyorsan ve "ben onlardanım!" derken...
carpe diemcigiller'i anıştırıyorsan...
sen bile bunu yapacaksın!
hatta asıl sen bunu yapacaksın!

yani?
yani?
yani?

sus tamam.

`ölmeyi bileceksin`.

ancak, yaşamayı bilmekten çok daha çetin bir iştir.
bil.

soğukluk mu?

hâlâ sorar mısın?

-----
ve ellerinizde saklıyordum ışığı ben,
gökyüzü yeterince karardığında...
maskelerinizi indirip ellerinize umudu bırakıvermiştim.
sessiz sessiz...
ölümü koklamışçasına ürpermiş, irkilmiş bir hâl ile...
sonra gölge'nin, ışığa olan aşkını buldum.
bir kedi miyavlamasında...
ben...
artık ışık olmadan var olamıyordum...
ve.
siz.
saire idiniz...
-----

hâlâ sorar mısın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder