Artık yazmaktan başka çarem yok. Düşünmeye bile zaman ayırmamam gerekiyor, sadece yazmalıyım. Sanki ben, iyi ya da kötü, yazdıkça, uç uca ekleyip uzattığım cümleler sarmallaşa sarmallaşa büyüyüp genişleyecek ve artık bu dünyaya ve dahi bu kâinata sığmaz olup sınıra dayandıklarında olmasını “umduğum” ama varoluş imkânına asla bel bağlamadığım, hatta bu imkânı reddettiğim bir sır, görüp dokunamadıklarımızdan bahsetmeye başladıklarımızda içimizi korkuyla yan yana, merhamet isteğiyle kucak kucağa ve ümitle el ele kaplayıveren ürpertiden farksız bir ürpertiyle beslenerek soluk alıp veren bir sır açığa çıkarak bütün bu karanlığı, pozitron ve nötrinolarla, lepton ve hadronlarla, kara delik ve yıldızlarla ve daha niceleriyle örtülüp kaplanmış -daha doğrusu doldurulup sıkış tıkış hale getirilmiş- bu koca “boşluğu” yok edecek ve yok ettikçe onun hükümranlığındaki -daha doğru bir ifade ile “işgalindeki”- “bilinmez diyar”ı, zavallı zihinlerimizce yüceltilip durmuş, günbegün karmaşıklaştırılmış bu azim ve aziz boşluğu, bambaşka bir şeyle, hiçbirimizin sorgulamayacağı, sorgulamak istemeyeceği, tüm bilinçlerin, bütün kendinde-şeylerin memnun kalacağı -kalmak zorunda olduğu- bir “şey” ile değiştireceğini sanıyorum. Var olabilir bütün düşünceleri dışa vurarak açılmaz olan her şeyin açılır ve erişilir olacağını öne sürmüyorum ancak bunun bir ihtimal ve ihtimallerin de, gerçeklikle kıyaslandıklarında, olmuş olanlardan çok daha önemli olduğunu -herkes gibi- söyleyebilirim. Dil, kendi sınırlarını aşamayabilir, yani kurulabilmesi muhtemel, anlamlı - yani gönderge ve imlem sahibi, bütün cümlelerin dışında kurulabilir herhangi bir cümle mevcut değildir, olamaz; lâkin kendi sınırlarını aşamayan bu “dil”, tahayyülün ve mantığın sınırlarını aşabilir, ki biz ona “saçmalık” diyoruz. Saçmalık, sahip olduğumuz uslamlama gücünü zorlayan her türlü düşünceye verilen addır. İşte bu yüzden saçtığımız tüm düşünceleri bir araya getirdiğimizde deha ya da bazılarının deyişiyle “mucizeyi” elde etmiş ve hatta zaman zaman da icra etmiş oluyoruz. İnsanlığın belli bir kurtuluşu yoktur, belli bir “yakalanışının” olmaması gibi; tam da bu yüzden hiçbir şeyden kaçmak istemiyoruz ama daima bir şeylerden kaçıyor, saklanıyor ve kurtulmaya çalışıyormuş gibi yapıyoruz; çünkü bir “kurtuluş” hayal ediyoruz. Peki neden? Bir “yakalanışımız” olmadığından! Peki, neden olmayan bir yakalanıştan kurtulmaya çalışıyoruz? Bir yakalanmışlık içinde olduğumuzdan! Peki, nasıl oldu bu? Aslında buraya “nasıl” yerine “niçin” zarfını yerleştirmeyi daha yeğ tuttuğumu söylemeliyim; şöyle veya böyle, bir şekilde oldu çünkü. Peki, “niçin?” Çünkü kendimizi oyalamamız gerekiyordu ve artık avlanmak, güç kullanarak kadın, estetiği pazarlayarak erkek sahibi olmak gibi edimler bayatlamaya başlamıştı. Kendimizi aşmak için bu oyunu oynamak zorundaydık ve varoluş çilesi imdadımıza yetişerek “aşmamışlık” ve “açınmamışlık” adlarını verebileceğimiz statükomuza “kısıtlanmışlık” ve “hapsedilmişlik” adlarını vermemize sebep oldu. Sanki bizler insanüstü erkleri olan doğaüstü, meleksi varlıklardık da dünyaya tutsak edilmişiz gibi… Hâlbuki biz toprağa yeni serpilmiş tohumlardık; yani semiz develer değildik ve bizi sütten kesmediler, bacaklarımızı da kimse kırmadı, biz “hapsedilmedik”. Biz zaten yeni yeni büyüyorduk ve “eksiltilmiş” değildik, biz “eksik” ve “olmamış” idik. Fakat elbette bu hakikatin aksi istikametindeki varsayımları geçerlileştirmek işimize geldi ve yaşama bu “tutsaklık” düşüncesiyle tutunmaya çalıştık, zira biz suçlamaya alışmıştık çoktan… Hayatı, tanrıyı, şeytanı ve birbirimizi bizim insanüstü kollarımızı, bacaklarımızı kesip atmış/atıyor/atacak olma suçuyla yargılayıp -nedense- her defasında suçlu bulduk. Bu sürecin sonunda meydana çıkan doğurguysa şu oldu: varoluş bir tutsaklıktır. Hâlbuki asıl esaretimiz üşengeçliğimizdeydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder