pırasa kokusu...
yanaştı... yüzündeki tüm gülücüklerle... "gülücüklerle", çünkü o bir kez tebessüm ettiğinde dünyadaki, kainattaki tüm gülücükleri toplamış da serpiştiriyormuş gibi olurdu... yarattığı bütün mutluluklarla konardı yanaklarımın başlangıcıyla, dudaklarımın bitiminin kesiştiği yere... ve "git" demedikçe gitmez, yorulmaksızın beklerdi mutluluğumu ve kutsayışlarına karşılık olarak vereceğim şükranın nefesinde barınan zift demetini... çünkü ben... ben başkasını sunamazdım, benim teşekkürüm de karanlıktı, lanetim de... ben fayda yoksunu, sarı benizli, sigarası ağzında, vodkası bağrında ve düşleri ile çocukluğu kendi ayaklarının altında... bohem adam... benim her şeyim ya gölgeler altında eziledurur hâldeydi ya da gölgenin ta kendisi olacak kadar işlemişlerdi karanlığın içine... ve o. o tüm akça pakçalığıyla, tüm meleksiliği ve sarsıldıkça daha da berkinen narinliğiyle gözlerime ışıltıların en müşfik dağıtıcılarını bahşederdi...
kıskanmak hayvanî ve dahi robotik bir şey idi... herhangi bir duygulanımda olduğu gibi, "kıskanırken çıldırmak" hakimdi kranyumdan aorta ve kalp kapakçıklarından ayak tırnaklarına kadar... her zaman yağışlı, en iyi ihtimalle parçalı bulutlu havama, atmosferimi yerle yeksan edercesine değil, onu en içinden kavrayarak kaldırıp canını yaka yaka genişlettikçe -onun, yani dünyamın- özgürlüğe gebe olma ihtimalini artırarak güneş'i getiriyordu ve getirirken kendisi güneşleşiyordu...
derken...
elinde bir pırasa sapıyla çıkageldi...
"ne güzel kokuyor, değil mi?"
ve evet...
muhteşemdi...
pırasa muhteşem kokar...
amin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder