ARA

Ben

Fotoğrafım
Kıyameti koparacaksın önce... Cenneti ondan sonra yaratabilirsin.

29 Haziran 2010 Salı

özledim

asık suratlı, yarı-asil, mendebur herif... yine yaptın yapacağını.

öldürdün onu...

o.

sen.

sen...

düşünerek var olan bir obsesif-kompulsif manik-depresif'i karanlık dünyasının paçalarından düşen çamur taneleriyle savrulup gitmekten alıkoyan melektin sen.

ama derman kalmayan bacaklarımla koşuşturmaktan bıktım sonunda... insanların içinde dönenip durmaktan, yorulmaktan yorulmuş olmaktan ve bıkmışlıktan bıkmış...
her şeyin tadının gerçekten kaçmış olduğu had işte bu haddir.
ağlıyor olmaktan sıkıldığım için ağlıyorum bir nevi... her neyse...

idamdan başka karar çıkmayacaktı senin için, farkındaydın.
ya da kendine yalan söylemekten farkında varamadın soyunmuş, ortada gezinen sadist, reel tantanaların...
yani gerçeklerin.
kendine yalan söylediğin -ya da söyleyebildiğin- için değil... kimse kendisini kandıramaz, bunu iyi bilirim. kendi yalanlarını dinlemekten başka bir şey yapmaya vakit bulamadığın için yakalayamadın onları...
olanları.

idamdan başka karar çıkmayacaktı senin için, farkındaydın.
ben kendimle yaşamaktan bezmişken, usangınlığın doruklarında bir o yana, bir bu yana seğirtirken...
sen benle kalamazdın.

ilkeler, idealler ya da -basitçe- umutlar.
hepsinin içini kendi ellerimle boşaltıp ümüklerini bir bir sıkarken başıma gelecek her şey için seni ağzımdan salyalar akıta akıta suçlayacağımı biliyordum...
hep bildim.
ama hiç susturmadım yanılgılarımızın çığlıklarını...
hiç durdurmadım.
durdurmayı aklımdan bile geçirmedim ki bu fikre aklım yatmasın...
yalan gürültüsü içinde yatak döşek kalıncaya dek gözlerimi kaçırdım realitenin gözlerinden...
ve kirpiklerime asıldı sonunda elem.
elem.
hakikat.
hakikat.
elem.
bayağı memnun oldular...

ama ben.
seni özledim.
yalan yok.

12 Angry Men

lee cobb amca muhteşem oyunculuğu sayesinde -ya da "yüzünden" demeliyim sanırım- kendisine acayip gıcık olmamıza imkan tanıyor; öncelikle bu muhteşem bir olay, paradoksal.

düşünsel, siyasi ya da felsefi göndermeleri olan filmlerde ayrıntılar yalnızca olay ve düşünce örgüsünü kuvvetlendirmek için yaratılırken bu filmde hem buna (örneğin "hiç terlemeyen adam"ın köşeye sıkıştığında terlemesi...) hem de "öylesine gibi görünen ayrıntı"lara rastlıyoruz -çalışmayan vantilatörün ışık açılmasıyla çalışınca lamba anahtarına bağlı olduğunun anlaşılması gibi...

bazılarının çocuğun suçlu ya da suçsuz oluşunun filmin sonunda açıklanmasının filmin gerçek sonundan çok daha tesirli bir son yaratacağını söylemesi gayet normal; fakat bu sadece "dikkat" ve "amaç" dağıtan bir hamle olurdu, reginald rose ya da filmin yönetmeni *, filmin mesaj ve aforizmlerini seyirciye böyle bir tatmin yaşatmaya kurban etmek istememişler belli ki. veya sadece "gıcıklık" olsun diye de böyle bir sona bağlanmış olabilir film.

lâkin sonuç olarak bu filmin vermek istedikleriyle uyuşabilecek biricik son filmin kendi, gerçek sonudur.

----
- i'll kill him! i'll kill him!
- you don't really mean you'll kill me, do you?
----

film temel olarak "onlar"la "ötekiler" arasındaki ayrıma değiniyor. bunu diyelim, uzatmayalım.

25 Haziran 2010 Cuma

On yaşında rap söyleyen çocuk...

her yerde vardır, ama müziğe geç ve aç kalmış bir memlekette "değişik" olan toplumun dışlamasıyla hırpalansa da altkültürün popülizmi için mühim bir unsurdur. bu bahsettiğim unsur bir de zihinde kolayca yer edebiliyor ve toplumun dikkatini -müspet ya da menfi olarak- çekebiliyorsa altkültüre tamamen yerleşecektir.

konuyu biraz daha özelleştirerek rap'e gelecek olursak... yetmişlerde başladığı varsayılan bu tarzın ilk örnekleri yetmişlerin sonunda, yani blues'un evriminin en yüksek çeşitlenme oranına ulaştığı zamanlarda yer alıyor.
spoken words denen tarz -daha sonra pek çok tarzla akraba olmak zorunda kaldıysa da- hem en ilkel, hem de en etkileyici -akılda kalıcı- tarzdı ve bu yüzden reklam şirketleri halkın dikkatini daha çok çekebilmek için rap'i kullanmaya başladı. özellikle çocukları -yani yetişkinleri bir şeyler almaya zorlayabilecek en müessir kuvveti- ele geçirebilmek için bu önemli bir adımdı.

ve seksenlerde ortaya çıkıp doksanlara kadar çoktan meşhur olmuş, dinlenmiş, eleştirilip yerilmiş veya övülmüş olan bu tür, türkiye'ye anca doksanların sonunda ('95 yılında ortaya çıkan
cartel'i yalnızca bir "adım" olarak görmek zorundayız) şöyle böyle yerleşebildi. zaten bu yıllar da popun iyice basitleştiği, "club kick" ve "trance hi-hat"lere dayalı 4/4lük altyapılarla ayakta durmaya çalıştığı yıllar, yani müzik kıtlığının baş gösterdiği dönemdi.

toplum bu dönemde kendisine yavaş yavaş işlemeye başlayan iki türü de öteledi: rock ve rap. sonra toplum pop-rock'a tebessüm etmeye başlarken -zaten görüldüğü üzere- yaratıcılıktan yoksun bu rock tarzı ile, "kanı kaynayan ergen psikolojisi"ne hitap eden "battle" adındaki saldırgan (sisteme ya da belli bir düşünceye karşı çıkış olmayan, sadece bireysel saldırıda bulunan) rap tarzı bir anda ün kazanarak gelip kulaklarımıza çöreklendi.

buradan topluma sızan yeni şeylerin altkültürde kalması ve orada gelişmeye devam etmesi gerektiği çıkarsanabilir; zira popülizme kurban olmuş her sanatsal-düşünsel ürün yumuşamak, törpülenip yontulmak zorundadır. bu da "ifadeyi" çolaklaştırır.

entry'i anlamı iyice kısıp mesajı daraltarak bitireyim.
evet, kısacası, mesele yine para, yine para...
ve tabii kendisine bir yer, bir kimlik ya da bir kimliksizlik bulamayın genç neslin bitmez tükenmez arayışı.

Zengin çocuklarının şehit olmaması...

fakirin veya fakir çocuğunun (ya da orta sınıf... fark etmez.) anarşist tavırlı olabilmek için fazla terbiyeli ve uysal yetiştirilmesinden kaynaklanır. herkeste askere gidip "orospu çocuğu pekakalılara kurşun sıkmak" sevdasının olduğu bir ülkede başka ne olabileceğini sanıyorsunuz? devletin halledemediğini bizler hallediyoruz işte. teröre, iç çatışmalara ve dış saldırılara karşı etten duvar örerek hayatımızı buruşturup atıyoruz.

aferin bize. milliyetçilik, vatanseverlik budur işte. bu ülkeye bedenlerinden ve hayatların başka verecek bir şeyleri olmayan insanların tatmin yolu da budur, tesadüfe bakınız.

sonra asker ölür. sonra benim anam yine "vatan sağ olsun" der... başka bir evlat ölür, sonra anaya bir bakarsınız, ana yine aynı pozu veriyor. çünkü ana da öyle yetiştirilmiş. terbiye, edep falan feşmekan öğretelim, allahutealaya yaraşır kul, vatana faydalı cengaver yetiştirelim derken bir bakıyorsunuz "militarist bönler" ortaya çıkıyor.

neden acaba?

Herkes bilimadamı olursa...

türkçe bugün herhangi bir şeye/her şeye karşılık bulabilecek sözvarlığına, ifadeyi ve anlamı istendiği zaman kolaylaştırıp istendiğinde zorlaştırabilecek gramer yapısına, sentaks genişliğine sahiptir -her dil gibi.
mesele semantik çıkmazlardan ibarettir.

ümmetçi, dinci, ırkçı, cartçı ve curtçu olmakla alakalı da bir şeydir aynı zamanda, zira ben "a"yı imlemek için "%" dediğimde anlama tam olarak ulaşamayan insan aynı "a"yı "#" diyerek imlediğimde tam olarak anlayabiliyorsa problem semantiktir, morfolojik ya da etimolojik değildir.

günlük 300-500 kelime ile konuşmaksa insanın kendi açınımsızlığı ve kendi zihnî kısırlığından ibarettir. bugün nicelik olarak en kuvvetli sözvarlığına sahip dillerden olan fransızca, ingilizce gibi dillerin konuşucularının da günde 300-500 kelime ile konuştuklarından yakınan akademisyenler veya düz adamlar mevcut. kısacası bir toplumda "oturmuş" olan her dil, "iyi" ve "yeterli"dir.

ayrıca daha fazla ke
lime ile düşünmek zekayı geliştirmez, zeka gelişmişliğini gösterir sadece; zekayı geliştiren daha fazla kelime ile düşünmek zorunda kalmaktır.

türkçe ve dil konusunda yapılan tüm atıp tutmalar konunun popülerliğinden ibaret, çok rahat öğrenilebilir veya kolay olmasından değil; insanlar dil hakkında konuşmaya başlamadan önce dilbilim'in bir "bilim" olduğunu akla getirmeli. yoksa yazılıp çizilenler sadece subjektif denemelerden ibaret oluyor. oysa bilimsel bir yazının adı "makale"dir, değil mi?


17 Haziran 2010 Perşembe

Savur...

Savur önce…

Kan dolmuş rüyaların en temiz yerine…

Ben zaten pisliğe sürüklenirim…

Başka çarem yok…

Sonra tut elimden…

Tekrar savur…

Yardan…

Yardan aşağı düşerken, avuçlarından nur içen meleklerin dudaklarından…

Zehir getir…

Dudaklarında.

Ve soğuyup kalmaktan başka çaresi kalmamış…

Hem yaratılmış…

Hem de yaratma vazifesine mahkûm kılınmış…

Benliğimin duvarlarına sümkür…

Parıldasın.

Kaçamadığım şu kafanın…

Kaçamadığım canavarlarından…

Sen kurtar beni…

Ya da…

Vazgeçtim!

Bırak...

Orada kalayım…

Gecenin perdelerini aralaya aralaya…

Gel yanıma da…

Birlikte delirelim…