ARA

Ben

Fotoğrafım
Kıyameti koparacaksın önce... Cenneti ondan sonra yaratabilirsin.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Ha bi' de...

Köse ülkücüde var olan hilal bıyık-ımsı...
Feci...
Çok feci.

Aklıma gelmişken...

Bazen yazdıklarımdan, düşüncelerimden ve bizzat kendimden tiksindiğim oluyor.
Çözemiyorum.
Çok "dandik" geliyorum gözüme.
Hele de bazıları övdükçe...

Sittir.

Bi' de şöyle bi' şey var...

Hala aynı şeyleri konuşuyor, yazıyor -ve en önemlisi- düşünüyor olma durumundan ne zaman vazgeçeceğinizi gerçekten çok merak ediyorum... Merakımın içindeki endişeyi ve tantanalı travmaları saymazsak kaygılanacak bir vaziyetim yok hani, tamam; ama siz böyle devam ederseniz, ben bir gün kalbinizi çok kötü kıracağım.

Hayır, ağzına sıçıcam kalbinizin o olacak.
Lütfen.

Yıl olmuş iki bin on... Sen hala sağ-sol pejmürdeliğinde, ne bileyim, fayt klap ibneliğinde, din-dinsiz amcıklığında -düzeltiyorum hemen ağzımı, evli-bekar folloşluğunda isen... kaybedecek çok şeyin olduğunu söyleyemem dostum.
Keşke olsaydı.
Ama yok.
Kaybedecek bir şeyin kalmamış senin...

Yeni bir dünya yaratamayacak kadar korkak, kültürel saçmalıkları yok edemeyecek kadar güçsüz, ne bileyim, gidip bir "p öbeği"ni öğrenemeyecek kadar tecessüssüz (burada fonetik güçlük mevcut, idare edin) isen (tam oldu şimdi) git kendini atlara teslim et.
Dikkat et, erkek olsun.
Dişisi makbul değildir onun.
Her neyse.

Sisteme karşı çıkmış adamların lafızlarıyla idare etmek sistem karşıtlığı değil sistem yardakçılığıdır, zira "sistem" olabilmiş her bütünlük taklidî gevezeliğe en baştan taliptir.
Adam olun.
Beni sinirlendirmeyin.

Yazmıyorum daha.
Al.
Sinirlendim.

Adapazarı Ekspresi


Adapazarı Ekspresi demirden duyguların kulaklarını çınlatırcasına, madenî sesler çıkara çıkara geçiyor viyadüklerin uzaklarından... Lâkin işitiyorum ben... Her biri inliyor, çığlık atıyor... Yırtınarak... Ellerinden betonarme kalplerini almışım, gürbüz gövdelerine evrenin en çetin keskileriyle, burgularıyla yanaşmışım gibi çığlık atıyor...

En çelimsizinden birkaç sav seçiyorum kendime. Ve ne kadar güçten düştüğümü beynime saplanan sancıların sağa sola çekiştirmelerine karşı koyamadan anlıyorum... En çelimsiz savlarımdan daha çelimsiz kollarıma yağmur damlaları süzülerek ayak basarken; yaşamanın, diri olma esaretinin, yani hayatın en dik yokuşlarının ne kadar dik olabileceğini tutarsız, tatsız, bunak monologların avuçlarına bırakınca "90 derece" yanıtının arşa yükselişini izleyip salakça mutlu olmak üzereyken esaretin tiksinti verici kokusu sızıverdi odama: düz duvara tırmanamazdım, evet.

Yine de ucu kemirilmiş ekmeğin ağızda bıraktığı hafif kekre tadın; geniş, uzun otobandan patikaya girildiğinde, arabanın, ergenliğe yeni adım atmış "adamın" eline teslim edilip edilmeyeceği konusundaki belirsizliğin yavaşça silinmiyor olmasındaki umut-hüsran ikiliğinin kendi içindeki aşırı sarmallaşmanın; tanrının aşkınlığı ile insanın içkinliği arasındaki doğal farkı ortadan kaldırırken elde edilen hazzın kıvrak dansından damıtılmış özel zevkin yalnızlıkla baş başa yudumlanışında ortaya çıkan bir diğer hazzı bir türlü tutup kavrayamamış olmanın verdiği tuhaf acıdan sökün eden keyif zerreciğinin ve sorularla yanıtlar arasında sendeleyip durmanın doğuradurduğu sarhoşluğun gelgitliliğine takılıp kalmışlığın içinde beliriveren bir diğer sarhoşlukla uğunuyor olmanın tagayyürleriyle çarpılmışlığın, onun, bunun ve her şeyin... ayrı bir tadı vardır.

Yine de...
Varoluşun, kainatla güreşip durmanın verdiği ıstıraba rağmen...
"Güzel" denemeyecek güzellikler mevcuttur.
Sana rağmen.
Çünkü güzelsin sen...

24 Ağustos 2010 Salı

Ağlat beni.

hayır.

hiçbir şey istemiyorum... ışığı sevmem ayrıca, söndür. yüzünü ört... nimbostratus ile.
ve kır burnumun direğini... sızısı kâfi raddede zira.
ağlamalıyım.
ağlat.
ve düşün bunları sana söyleyip söylemediğimi.
logb (r) eşittir loga (r) bölü loga (b). tamam onda bir problem yok fakat...
ya bu zincirler?
ya bu putrel?
ya bu güneş?
ya bu zehir?
çözümsüz, tatsız ve "tatsız tuzsuz" diyecekken tam, spoonerism'in asasının ufacık bir dokunuşuyla ağızdan fışkırıveren "tutsuz" kadar tuzsuzdur bunlar.

evet.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Şunu Söylemem Gerek:

hem acımasız hem realist olmak zor iş.
acımasız ve mantıklı olmanın kişiyi soktuğu yolda, gerçeğin törpülenip değiştirilmez tarafları ve mantıksızlık yok; ya acımasız, soğukkanlı ve mantıklı olacaksın ya da mantıksız ve realist.

görmezden gelmek güzel şey, vur pisikleti toroslar'a sonra kendini alpler diye kandır... on numara! batan güneşe dönük yüzüne hafif hafif vuran rüzgarı okşaya okşaya yürümeye başla uçurumun ucuna doğru... yavaşla iyice... dur. çömel. yak sigaranı... kitap sayfalarında yaratılmakta olan bir hayatın yönetmeni olduğunu varsaymaya çoktan başlamışsındır zaten. veya hangi gri-turuncu filmin içindeysen artık... tam dalacakken daha da derinlere... tartartartar...

- yigenim nörün burda? yittinni?
- yok amcacım, oturuyorum ben, geziyordum yoruldum.
- eyy bağalım, eyy... hadi sağlıcakla...
- eyvallah...

kaputu güneş yanığından iyice pembeleşmiş kırmızı dodge titreye titreye uzaklaşırken, sen, lahzalar biraz olsun uzamaya yeltenemeden eriyivermiş hayal dünyanın bok kokutulmuş tuvaletlerinde sevişmelik ortam ararsın... boş ver, zaten gecelik ilişkilerden yana değildin sen...

lâkin hayır. mesele o değil ki? o dünyada "dünya içi dünyalar" yaratma niyetinde değildin zaten ve zaten bir semi-valhöll yaratma amacın da yoktu... öyle olsaydı bok kokan tuvaletin kötümsenesi bir yanı olurdu. ama yok. zaten kız atmayacaktın sen tuvalete yani. sen keyifle sıçarken bi' sigara içmek istemiştin yalnızca...

e ama?
kimde suç?
amcada mı?
yapma.

mesele, amcanın seni "gerçekliğe", "belli bir gerçekliğe" döndürmüş olması mı; yoksa senin tasarılarının tümünü, senin yarattığın zeminden söküvererek kendi bağlam-anlam-stil triosunun üst düzey yönetici pozisyonunda yer aldığı süper-şahsî mevziine yerleştirmesi mi?

ikisi de... tamam. sen kestirip atmadan ben eldivenlerimi çıkarıp içeri geçeyim... bu daha kolay. yeni yağan karın tadını, kaidelerin kekreliğine teslim edip yerlerimize geçelim tekrar.

tamam.

ama bazen yalnızlıktan daha yalnızsındır.
kötü olan bu.
çünkü...

her yalnızlığın bir "yalnızı" vardır; oysaki bazı "yalnızların" yalnızlığı bile yoktur.
işte o kadar yalnız olmak.
kötü olan bu.

bitti.

Sivrisineksiz Çorba

sivrisineksiz çorba.

ehe.

sinek küçük ama mide bulandırırcıgillere binaen şeettim bunu... mesele sivrisinek değil, mesele evrende bir sivrisinek olgusunun varlığına delalet eden herhangi bir im'den bahsederek, onu, o gönderge olarak var olmasa bile, gösterge'ce var edip yaratmış olmak.

sivrisineksiz çorba mistir, hoştur da bir "sivrisinek" yoksunluğundan bahsettiğin anda tam aksi de akla gelecektir.
dertsizim demek de bunun gibi... gülüp eğlenerek coşarken aklına dertsiz olduğunu getirdiğin anda tüm dertlerin seni mutluluk çemberinden yaka paça dışarı atmıyor mu?

hatırlar gibi oldun di' mi?..

iyi bakalım...

sivrisineksizlik küçük lâkin mide bulandırır.

peh.

Dönüt.

"-dön" fiil kökü ve eski türkçede, eklendiği fiil köküne edilgenlik katan (-aş, aşıt [aşılan]; -iç, içit [içilen]; -bin, binit [binilen]) ve yeni türkçede, bir köke eklenmek için onunla sadece anlam ilişkisi kurması kâfi gelen "-t" yapım ekinin (işlek değildir) birleşmesiyle türemiş sözcüktür. taşıt, yakıt, soyut, anıt, konut gibi...

kimileri bu kelimenin yerine "dönüş" kelimesinin neden kullanılmadığını sorup bu kelimenin yanlış olduğunu iddia etmiş oluyor. rast geldim birkaç yerde... var öyle keratalar.

hiç dilbilimsel açıklamalara, şu yapım ekinin bu tarafı, bu kökün sol kaşı, türetme kaidelerine göre şunlar bunlar lazımdır'lara falan girmeden söylüyorum: dönüş, fiilimsidir. söz konusu eylemin zahiri tarafını ifade eder. "bu yolun bir de dönüşü var" deriz, "dişlilerin dönüşü çok hızlıydı" deriz, ama "ona bir soru sordum fakat dönüş alamadım" demeyiz, hiçbir şey olmasa kulağımıza yatmaz, malum, anadil ve acquisition meselesi.

azıcık daha açıklayıp bitiriyorum...

"-kon" kökü ve yine "-t" yapım ekiyle meydana gelmiş "konut" kelimesini ele alalım. iki örnek diyalog verelim ve bitirelim:

d.1

- sapanca'dan iki daireli bir konut satın aldım mehmet, yedek yazlık olsun istedik.
- e para bok... yakışır.

d.2

- sapanca'dan iki daireli bir konuş satın aldım mehmet, yedek yazlık olsun istedik.
- lütfen bana memoş de canım...

işte öyle...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Yıkık.



yıkıksın.
kendi içine tıkılmış,
dideden nihan,
kendinden sıkılmış,
her yerden noksan...
bildiğin...
bayağı...
yıkıksın.


yıkıksın.
kelimelere hapsolmuş,
fikr-i mecnun ile boğulmuş,
kalbi yanık,
beyni sanık -cürmüne de tanık...
bir eli yağda, bir eli kanda,
bir eli ah'ta, bir eli vah'ta...
sıkış tıkış,
kopuk kopuk,
saçma sapan,
donuk, buruksun...
her mezara yakın,
her batağa batıksın...
haddinden fazla yıkıksın...

avuç içleri aşk bağlamış,
diz kapakları kan ağlamış,
tökezlemeye bel bağlamış,
düşmemek için kalp dağlamış, buna rağmen elleri ılık...
işittim, kendin dedin: adım yitik, soyadım yıkık.

yıkıksın.

dünya berbat mekân,
lâkin hayat var iken,
yer, yerle yeksan,
gök kendisine dâr iken...
koş! al baştan, yeniden!
diye iterdim seni itmesine fakat...
çek ben'i, yırt kalbi, ruhu sök at...
boş ver... yıkıksın...
yaramaz sana şevk yahut şefkat...

ve bil:
yıkığın üstünde olursa kat...
yıkık, hepten olur sakat...

bil.

bil.

bil.

bilme ya da...
devril!

kendi kendisini yaratır,
kendi kendisini yitirir şiir...

şiir ol git!


19 Ağustos 2010 Perşembe

Bir rüya gördüm...


Hava kararıvermiş, yağmur gök gürültülerini yağmalaya yağmalaya aşağı indirmeye başlamıştı. Kent, uzaktan, terk edilmiş bir âşığın avunçları kadar kasavetli ve karanlıkken; onun soğuk, dar, ışıksız ve cansız sokaklarında gezinmek zorunda kalmış biri için, savaşın sonuna doğru, ya da savaş bittikten sonra, keyif için bombalanmış bir mezarlıktan farksızdı. Şehir, sadizmin ürpertisi ile doladurmuştu; adeta inliyor, ölüm korkusuyla çığlıklar atanlara “ölülerin” çığlıklarını servis ederek hem onları, hem de onların korkularını bastırıyordu. Korku, daha kesif bir korkuyla zapt edilir… Bunu öğretiyordu.


Hayır hayır öyle bir şey değil... Bu da var... Ama bu başka bir rüya, farklı bir yaratılış idi...
Gördüğüm rüyada hiçbir şey olmuyor, varlık denebilecek biricik şey olan bitip tükenmez bir boşluk, bir başına, oraya buraya koşturuyordu...


Sonra bir ses geldi...


"Aşk!"


Çınladı her yer... Östaki borum dâhil... Lâkin bir anda karardı hava... Ve kent...


16 Ağustos 2010 Pazartesi

Selahattin Pınar


kadınlardan ve hayatın kendisinden duyulan acıyı en iyi dillendiren bestekarlardan biri. afife jale ile yaşadığı aşk, işin içine uyuşturucu ve travmatik durumlar girince bayağı sarsıntılı bir hâle gelir. özellikle bu dönemde yarattığı eserler ya da bu dönemin etkisine kapılarak yarattığı eserler yaralı kalbe tuz serper...

şunu söylemekte fayda var aklıma gelmişken... babasının selahattin pınar'a müzik hususundaki sert -bayağı sert- çıkışları, onun müzikle ilgilenmesiyle alakalı değil, müziği meslek olarak seçmesiyle alakalıdır. bildiğim kadarıyla babası hukukçudur. aynı zamanda milletvekilidir. ve selahattin pınar'ın bu tercihine karşı "gurur" yapmıştır -zannımca...

babası, ona dargınken ölür. bu yüzden ona bir şarkı yazıp bestelemiştir. lâkin adını anımsayamıyorum. daha doğrusu anımsadıklarım arasından hangisinin bu şarkı olduğu hususunda kani olamıyorum... olunca editler, yazarım dostlar...

iyi adam, güçlü bestekardır velhasılı... dinleyin, dinletin.

şuna benzer bir konuşmanın, arkadaşlarıyla kendisi arasında gerçekleştiği rivayet edilir:

- senin besteler de biraz şey selahattin, ne bileyim ben...
- ne demek şey? ben birinci sınıf bestekarım!
- e o zaman saadettin kaynak?
- o lüks sınıf bestekar.




12 Ağustos 2010 Perşembe

KALABALIK...


Artık yazmaktan başka çarem yok. Düşünmeye bile zaman ayırmamam gerekiyor, sadece yazmalıyım. Sanki ben, iyi ya da kötü, yazdıkça, uç uca ekleyip uzattığım cümleler sarmallaşa sarmallaşa büyüyüp genişleyecek ve artık bu dünyaya ve dahi bu kâinata sığmaz olup sınıra dayandıklarında olmasını “umduğum” ama varoluş imkânına asla bel bağlamadığım, hatta bu imkânı reddettiğim bir sır, görüp dokunamadıklarımızdan bahsetmeye başladıklarımızda içimizi korkuyla yan yana, merhamet isteğiyle kucak kucağa ve ümitle el ele kaplayıveren ürpertiden farksız bir ürpertiyle beslenerek soluk alıp veren bir sır açığa çıkarak bütün bu karanlığı, pozitron ve nötrinolarla, lepton ve hadronlarla, kara delik ve yıldızlarla ve daha niceleriyle örtülüp kaplanmış -daha doğrusu doldurulup sıkış tıkış hale getirilmiş- bu koca “boşluğu” yok edecek ve yok ettikçe onun hükümranlığındaki -daha doğru bir ifade ile “işgalindeki”- “bilinmez diyar”ı, zavallı zihinlerimizce yüceltilip durmuş, günbegün karmaşıklaştırılmış bu azim ve aziz boşluğu, bambaşka bir şeyle, hiçbirimizin sorgulamayacağı, sorgulamak istemeyeceği, tüm bilinçlerin, bütün kendinde-şeylerin memnun kalacağı -kalmak zorunda olduğu- bir “şey” ile değiştireceğini sanıyorum. Var olabilir bütün düşünceleri dışa vurarak açılmaz olan her şeyin açılır ve erişilir olacağını öne sürmüyorum ancak bunun bir ihtimal ve ihtimallerin de, gerçeklikle kıyaslandıklarında, olmuş olanlardan çok daha önemli olduğunu -herkes gibi- söyleyebilirim. Dil, kendi sınırlarını aşamayabilir, yani kurulabilmesi muhtemel, anlamlı - yani gönderge ve imlem sahibi, bütün cümlelerin dışında kurulabilir herhangi bir cümle mevcut değildir, olamaz; lâkin kendi sınırlarını aşamayan bu “dil”, tahayyülün ve mantığın sınırlarını aşabilir, ki biz ona “saçmalık” diyoruz. Saçmalık, sahip olduğumuz uslamlama gücünü zorlayan her türlü düşünceye verilen addır. İşte bu yüzden saçtığımız tüm düşünceleri bir araya getirdiğimizde deha ya da bazılarının deyişiyle “mucizeyi” elde etmiş ve hatta zaman zaman da icra etmiş oluyoruz. İnsanlığın belli bir kurtuluşu yoktur, belli bir “yakalanışının” olmaması gibi; tam da bu yüzden hiçbir şeyden kaçmak istemiyoruz ama daima bir şeylerden kaçıyor, saklanıyor ve kurtulmaya çalışıyormuş gibi yapıyoruz; çünkü bir “kurtuluş” hayal ediyoruz. Peki neden? Bir “yakalanışımız” olmadığından! Peki, neden olmayan bir yakalanıştan kurtulmaya çalışıyoruz? Bir yakalanmışlık içinde olduğumuzdan! Peki, nasıl oldu bu? Aslında buraya “nasıl” yerine “niçin” zarfını yerleştirmeyi daha yeğ tuttuğumu söylemeliyim; şöyle veya böyle, bir şekilde oldu çünkü. Peki, “niçin?” Çünkü kendimizi oyalamamız gerekiyordu ve artık avlanmak, güç kullanarak kadın, estetiği pazarlayarak erkek sahibi olmak gibi edimler bayatlamaya başlamıştı. Kendimizi aşmak için bu oyunu oynamak zorundaydık ve varoluş çilesi imdadımıza yetişerek “aşmamışlık” ve “açınmamışlık” adlarını verebileceğimiz statükomuza “kısıtlanmışlık” ve “hapsedilmişlik” adlarını vermemize sebep oldu. Sanki bizler insanüstü erkleri olan doğaüstü, meleksi varlıklardık da dünyaya tutsak edilmişiz gibi… Hâlbuki biz toprağa yeni serpilmiş tohumlardık; yani semiz develer değildik ve bizi sütten kesmediler, bacaklarımızı da kimse kırmadı, biz “hapsedilmedik”. Biz zaten yeni yeni büyüyorduk ve “eksiltilmiş” değildik, biz “eksik” ve “olmamış” idik. Fakat elbette bu hakikatin aksi istikametindeki varsayımları geçerlileştirmek işimize geldi ve yaşama bu “tutsaklık” düşüncesiyle tutunmaya çalıştık, zira biz suçlamaya alışmıştık çoktan… Hayatı, tanrıyı, şeytanı ve birbirimizi bizim insanüstü kollarımızı, bacaklarımızı kesip atmış/atıyor/atacak olma suçuyla yargılayıp -nedense- her defasında suçlu bulduk. Bu sürecin sonunda meydana çıkan doğurguysa şu oldu: varoluş bir tutsaklıktır. Hâlbuki asıl esaretimiz üşengeçliğimizdeydi…




11 Ağustos 2010 Çarşamba

Fakirleri ve okuduğumuzu anladık mı köşesi...

enteresan bir çaba oruç tutarak fakirleri anladığını iddia etmek... iftarı yapıp yarım dünya haline geldikten sonra "ooyyyhş, bugün de fakirleri iyi anladık beah, guaarkş hıkk" diye el ense çekmek fakirleri anlamaksa bunu oruçsuz da yapabiliriz, hatta daha iyisini yaparız... en azından hayvan gibi yememiş olduğumuz için biraz daha yaklaşırız "fakir midesi"ne...

fakir -ya da aç- diye tabir ettiğimiz kesim, gün boyu aç kalıp akşam tıka basa zıkkımlanmaz. fakir, fakirdir. her istediğine ulaşamaz, her istediğini de canı istediği kadar yiyemez. fakir budur. üç beş kıyafet, beş altı dilim ekmek vererek vicdanı rahatlatmak da hiçbir işe yaramaz. yaramayacak. hepimiz göreceğiz... yıllardır zekat veriliyor. ne oluyor? sonuç ne? hiçbir şey.

insanlar eğitimsiz, insanlar aç, insanlar yabani, insanlar korkak, insanlar insanlıktan uzak.

buyurun, devam edin vicdanınızı güzide avunçlarınızla seviştirmeye...



oruç tutarak nefis terbiye ettiğini söyleyenlerin yaptığıysa, bir gün gidip kayıt yaptıracağımı söylediğim shaolin okullarında verilen eğitimden çok daha zayıf ve bilimsel olarak eksik yöntem ve yordamlaraa sahip bir eğitim ile yola gelmeye çalışmaktır.

dünyevi işlerden el etek çekmek ve yalnızca yaratıcıyı düşünüp onun için çabalamak güzel bir terapi, evet; yalnız işin insan ırkı üstündeki pasifizasyonu da insanı süklüm püklüm bir yaratığa dönüştürmeye yol açar. görülmeli.

insanın kinini tutması, her gün sevişerek evrendeki başka şeylerin farkında olmaktan uzak kalmayı biraz durdurması güzel bir şey; kötü diyen yok, ama bunu insanın kendisi keşfetmediği sürece, insan, bu yola dogmalar vesilesiyle itildiği sürece işin samimiyeti ne kadardır? bu iş ne kadar faydalıdır? sus bebeğim, lütfen konuşma. gizeminin bir seksapeli var, bozma...

en dip not...

derdin kulaklarına asılıp yırtınırcasına bağırdım: bırak beni!
haykırışım uğultuya karışıp senin önünde namaza durdu...
kadın!
senin yüzünden duyulmadı sesim...

ııı... şey...

şimdi şöyle bi şey var...
gözlerimi kapayınca gördüğüm rüyaları, gözlerim açıkken göremiyorum ama gözlerim açıkken gördüğüm rüyaların gözlerim açıkken mi, yoksa kapalıyken mi görüldüğünden emin olamıyorum... bu büyük bir problem. hayır yani götüm de kalkmış değil ki gidip pataklayayım ardımdan saçılanları. hoş ben mi dedim gidin savrulun mazinin dibine kadar... ben mi emrettim, o geçmişin zehirli dudakları bulunacak ve ısırılacak diye. yok? götverenler işte... her neyse... yanlış taraftayım, ya da yanlış tarafım; artık bilemiyorum o kadarını, ama yanlışı hissediyorum. normal şartlarda şu yerlere göklere sığdıramadığımı sandıkları beyni alır önüme laf anlatmaya çalışırdım... veya ağzından laf alır aklı mantığa akla uygunluğa en uygun dikişlerle iliştirir, üstüne fikri bakla bakla yerleştirirdim; lâkin bu sefer "hissediyorum", yanlış, yanılış, yan yatmış bir şeyler dört dönüyor gözümün önünde. çok da içmedim. neden böyle? tekrardan ikrah geldi ama hâlâ tekrar ediyorum. yirmi birinci yılda da aynı performansı eksiksiz, ve hatta fazlalıklı, bir şekilde sergilemeyi sürdürürken zihnimi kemiredurmuş bütün o farelerin, sıçanların, çıyanların da yemini suyunu iyice artırmış olmanın gururunu onların ağzıma her sıçışında daha bir hissediyor, daha iyi görüyorum. kompulsiyonsuz obsesyon yoktur azizem, onu diyeyim de... sonradan bi' yanlışlık olmasın e mi. var diyenin de vardır bi' şeyi... hem tardif diskinezi olmamak için var mı bir sebep? kalakalacaksın öyle. en güzeli. oh. mis. hayır yani feryat edebileceğimi bilsem, kalkıp dökeceğim hıncımı bayırlardan aşağı... ama yok. ı ıh. övge yapmaz öyle şeyler. amına koduğumun ciddi pezevengi. soktuğumun soğuğu! kuuliyetine geçirdiğimin amcığı. neyse... ne diyodum ben? akrepler... akrepler doğurarak ürüyor, biliyo musun? tuhaf hayvanlar. panama kanalı'nı çok severim bilir misin... o gatun gölü'ne çıkış, oradan geçiş falan... yeşillikler ve sair zımbırtılar... çok hoşuma gider. sevişse sevişirim o derece. pad'le bass'ı yakın tonda tutarsan harmoniyi çok fena boğuyor, cızırtısı da cabası. ona dikkat etmek lazım. andavallar bi de club kick döşüyor... harbiden mal bunlar ya. insan nabza göre servet verir, di mi ama. şerbet tamam biliyoruz. neyse... ağlamayalı ne kadar oldu bilmiyorum, bilsem ne olacak onu da bilmiyorum. sen de kontes kontes oturacağına bi' bak üçüncü vlad ne yapıyor, ne ediyor, hali keyfi nasıl. cık cık. sadistin tekiyim, içtimai zarara meyyalim, bir an önce tutun, yakın beni dedi biri bana... geçen... hatırlayamadım şimdi zamanını, sitret. yağsız, slim kasa, kaslı ve kuvvetli olmak güzel bi şey sanıyolar. malzemeyi serince her yanın acımıyo tabii senin, atıp tut rahat rahat. teyallam. sevmiyorum o tipleri. tatar böreğini severim ama... siloru da... kırıma kaçıcam zaten. oh mis. çok feci kakofoni yaratırım, acımam. eks var, kako var... buyur hacım. azıcık depreş sende kaldı tacım... biraz ilerle, bak tam orada acım... hayatımda kimseye demedim "bacım". niye diyim? bacı dediğinle sevişirsen enseste girer, taboo olur, family affairdir. bu etiketleri bulamadığın bacı bacı değildir. uyduruyorsundur. falliksindir bre more! köprücük kemiğimi kendi fırlamalığımdan kırmadıysam, ne diye kırmıştım? ya on ya da on bir yaşındayım. ne'me lazım altı yaş büyük elemanla aşık atmak. gittim kurcaladım, tutarsam sikerim dedi. tut da sik dedim. tutamadı ha. dehşet koşarım, koşardım. ardımı tarayıcıdan geçireyip gps'i güncelleyeyim derken, sen düş, çat! ouuv oh. neyse... beş ay 8 askısıyla gezdim, tıbbi adını bilmiyorum onun. hayret. 8'e benzeyen bir askı işte... üç tekerlekli pisiklet vardı bende. altı yaşında falanım galiba... karşı komşunun çocuğu var... iki mislim... on yaşında falandı. geri zekalı! annemiz bizi çok sıkıyo, nedir bu işkence dedim, boyumdan büyük propaganda yaptım, andavalı evden kaçırdım. ehehe. salak. hoş sonra geri döndü yolun yarısında. hem korkak, hem salak. ben üç tekerliyle devam... tıngır mıngır. o piçinki bi de iki tekerli bmx idi... sonra zabıta buldu, getirdi beni. hiç çıkarcı olamadım, kandırıkçı olamadım, sağ gösterip soldan kaktıran olamadım... hatta saf sayılırdım. sonradan geldi bana bu şeytaniyet, bilemiyorum. imac dehşet olmuş. acilen bi tane edinmek lazım. sen çalış ben kazanayım, sen düşün ben kazanayım, sen yarat ben kazanayım. ohhh. oldu amınakoyım. korkak bu insanlar. şu zincire bile karşı çıkamayacak kadar korkak. ben de korkağım. korkak olmasam kalkar aktivist anarşist olurdum, yanlış mıyım azize? öyle yaz çiz, kebap iş anasını satiym. wattafuck! i'm gunna kick ma ass dude. bi işe yaramıyor. uzaya göndericem. gitsin hava alsın. son olarak şu var: six degrees of inner turbulence'ı sevmeseler de pek, ben tapıyorum, yalıyorum, geberiyorum. sıçayım onların kulaklarına.

peh!

Dur.

elinde, ucundan ısırılmış ve ucu ıslanmış çubuk krakerinle dolaşıyorsun ortalarda... dişlerinin hepsi tam, ama buradan iki çift gibi duruyor... biri altta, öteki çift üstte. gülüşüne tanıklık ediyor kalemim... tercüme edecek kadar muktedir değildir, ışıltısını, nezaketini ve zarafetini... bebekliğinin ellerinden kadınlığını alıveriyorum. ağlıyorsun... hüngür hüngür... ağladıkça sızıyor parmak aralarımdan tekamülün ve sen yine çocuklaşarak cıvıldamaya başlıyorsun.

yapma.

ne olursun...

10 Ağustos 2010 Salı

deliler ve epilogsuzluklar-42

- gülüyor mu?
- belki...
- ölüyor mu?
- kesinlikle...
- bir şeyleri kaybediyor.
- neleri?
- bir şeyleri...
- ideallerini mi?
- hayır. hırsı sanırım... hırsını kaybediyor.
- güzel işte? bırak... savrulup gitsin...
- bir cebinde das kapital, bir cebinde kenevir tohumu olursa ne olacak?
- das kapital'le tohumları ezer. güzel olur.
- emin misin?
- emin miyim?
- emin misin?
- emin miyim?
- hiç'i istiyorum. bir ömürdür...
- isteme.
- neden?
- istemek hiç'ten uzaklaştırır.
- neden?
- varlığın ve yokluğun içindedir istekler... hiç, sadece hiçtir.
- ...
- ne oldu?
- ...
- neden konuşmuyorsun?
- ...
- bu kadar hırsla isteme hiç'i, bu da hiç'e aykırıdır.
- doğru.
- elbette...
- ne yapmalı o zaman? tam ortayı bulmak gerekmez mi?
- elbette.
- nasıl?
- zihnini serbest bırak... özgürlüğün kirli avuçlarında parmak ucuna kalksın ve gökyüzüne sürsün yüzünü...
- yeterince sessiz olması gerekir, değil mi?
- niçin?
- bilmem, gerekmesi gerektiğini düşündüğüm için olabilir.
- evet. ama hayır, gerekmez.
- niçin? gerekmesinin gerekmediğini gerektiren düşüncelerim olabileceği için olabilir.
- peki.
- parmak uçlarında yürüme... sessiz olacaksan da bunu yapma!
- neden?
- parmak uçlarında yürümek topuk üstünde yürümekten çok daha gürültülü olduğundan.
- ama onlar...
- onlar sadece bildiklerini okurlar. bu yüzden çolak ve çarpıklar.
- aşık olmuş bir hâlde ölmek istemiyorum.
- sen ölemezsin.
- biliyorum, daha önce konuşmuştuk, aynı yere dönmesek?
- ama ölemezsin?
- ama ölebilirim?
- ama ölemezsin?
- ama ölebilirliğe sahip olabilirdim?
- imkanı mümkün...
- aşık olmuş bir hâlde ölmek istemeyecektim.
- mühim değil, hiçbiri daha az acı çektirmeyecek.
- ölüm acıtır mı?
- hayır.
- o zaman dert edilecek bir şey de yok?
- ölünce canın yanmaz demedim, ölüm acıtmaz dedim.
- nedir?
- gelirken yanında getiremediğin her şey giderken adını sayıklar... ve ölüm acıtmasa da nedametin, bıraktığın izler ve yaşamışlığın kalbini tırmalaya tırmalaya kan revan içinde bırakacak onu...
- fakat bilinçten ibaretiz?
- en büyük acı bilincin en açık olduğu anda hissedilir.
- en büyük acıyı "biz" çekeriz o vakit...
- doğru.
- ben onun delisi değilim.
- tabii... ben deli bile değilim. hah ha.
- şaka yapmıyorum, gerçekten, ben onun delisi değilim.
- doğru, benim delimsin...
- şaka yapmıyorum.
- tamam, ben de zaten benim delim olduğunu söylüyorum...
- ...
- anlamıyor musun? burada iki kişi olma ihtimalimiz, senin tek başınayken iki kişi olma ihtimalinle eşdeğerdedir.
- ...
- anlamıyor musun?
- ...
- mizar?
- efendim?
- anlıyor musun?
- e... evet, anlıyorum.
- nereye daldın, neye bakıyorsun?
- ona.
- o kim?
- göğsümü yarıp, içimden, içinde beni tuttuğun seni, çıkaracak olan.
- a...
- aşk!
- ümitlenme...
- neden?
- ümit budala aşıklara ve bu budalalığa gözünü yuman maşuklara aittir, sana değil!
- ümitleneceğim! ümitleneceğim! ümit, ümit, ümit!
- sus.
- ölmememi mi arzu edersin?
- ümitlenip ümitlenmemen ölüp ölmemene mi bağlı?
- hayır.
- ?
- ışık olmadan yaşayamayacağım artık. bu karanlık... bu katran koyuluğuna kucak açmış yüzün... bu bulutlar... öldürecek beni.
- peki.
- nasıl?
- öl!

3 Ağustos 2010 Salı

Marcel Proust

mercel proust hakkında konuşulması beni çılgına çeviriyor, itiraf ediyorum. sinir oluyorum, hınçla doluyorum, yazan elleri kırasım geliyor. kıskanıyorum proust'u. sevgilimden dahi kıskanıyorum. okuması için kayıp zamanın izinde'nin ilk kitabını, swann'ların tarafı'nı ödünç verdiğimde, içim burulmuş, gözlerim kararmıştı düpedüz. hem de okuyamayıp geri getireceğini bilmeme rağmen...

beni kendi üslubumda yazmaktan çekindiğim, "öyle" yazmaya cesaret edemediğim, hatta yazdığımda öğretmenlerim tarafından neredeyse suçlandığım, çocuk yaşta olduğum, "çocuk" olduğum ve tutunup kalmak için bir el aradığım anda yakalayıvermişti proust.
ve tabii roza hakmen... avuçlarında ibadet edip parmak uçlarında miraca yükseldiğim şahane insan!

ondan sonra gözümde bütün değerini yitirdi kalemler... "ne" dediğini "nasıl" dediğin de belirler; bunu öğrenmiştim, bu yüzden beyhude geliyordu "ötekiler"... incelikten yana nâkıslardı, algıları zorlanmamış; yürekleri kalemlerine, kalemleri kelamlarına ve kelamları zihinlerine perçinlenmemişti...

proust dava adamı değildi, proust'un kavgası da yoktu, kimseye sataşmıyordu ve bir şeyleri çözmek için onların üstüne düşünmüyordu, aporia'yı baştan aşağı ışığa bulayarak çözümü insanların hayal gücüne emanet ediyordu; proust hakikaten "yalnızdı". mutlak ıssızlık içinde bulunan pek az insan vardır; o, bunlardan biriydi.

ve bir gün elimi bıraktı.
"git" dedi.
gittim. peygamberim gücümü verip yolumu bana göstermiş ve köşesine çekilmişti.